4. BÖLÜM: DİRİLİŞ

8.7K 466 68
                                    

Kar kütlelerinin altında kaldığımı hissettiğim anlar olmuştu. Buz kesmişti dört bir yanım. Uyuşmuştum baştan aşağıya. Bir buz kırağı her zerremi parçalamıştı.

İşte o zamanlarda yaramı saran, beni ısıtan, beni tekrar dirilten hep Araf'tı.

Cayır cayır yandığım zamanlar olmuştu. Eridiğim, küllerimin etrafa saçıldığı zamanlar. İçimde bir meşale yanmıştı ve o meşale beni yavaş yavaş küle çevirmişti.

O zamanlarda o meşaleyi güzel nefesiyle söndüren hep Araf'tı.

Tükendiğimi hissettiğimde hep yanımda o vardı. Düşmüştüm çoğu zaman ama dizlerimin üzerine çöküp açıkta kalan yaralarımı bir baba şefkatiyle okşayan oydu. Pes ettiğimde elimi tutarak ayağa kaldıran oydu. Yorulduğumda beni sırtına alıp yorgunluğumu alan da oydu.

Şimdi ise onun için savaşmam gerekiyordu. Eğer şimdi pes edersem göğün görebileceği en büyük ihaneti yapmış olurdum. Yapamazdım.

Araf'sız bir dünya benim için koca bir uçurumdu. Şahdamarımda bir bıçak duraksıyordu onsuz bir hayat düşündüğümde. Onsuz bir dünya benim için büyük bir kan çukuruydu.

O benim en büyük yenilgim, en güzel kıyametimdi.

"Ne düşünüyorsun gece gece?" Arkamda gelen boğuk sesle irkilerek ona döndüm. Odanın içinde loş bir aydınlık vardı. Perdeyi çekmiş, pencereyi açmış ve pencerenin önündeki mermer çıkıntıya oturmuş, sırtımı pencerenin pervazına yaslamıştım. Bacaklarımı hafifçe bükmüştüm. "Düşeceksin oradan, gel yatağa." Dedi Araf yerinden doğrulurken. Omuz silktim.

"Sen de gelsene," diye mırıldadım. Sesim öylesine düşük oktavda çıkmıştı ki Araf'ın tam olarak algılamadığında emindim. "Birazdan şafak sökecek. Biz hiç güneşin doğuşunu izlemedik. Bu sabah güneş ellerimiz de doğsun, Araf." Dedim bu sefer daha yüksek sesle. Gözlerim hâlâ yavaş yavaş kızıla bürünen gök yüzünde dolanıyordu.

Yataktan gelen gıcırtıdan Araf'ın kalktığını hissettim. Sonra birkaç tıkırtı doldu kulaklarıma ama nedendir bilinmez gözlerimi gökyüzünden alıp ona bakmadım. Hareketleri ezberimdeydi sanki. Derin bir nefesle bana çaktırmadan göğsünü şişirdiğini, gözlerini ovalayarak yataktan kalktığını, komodinin üzerinden sigara paketini alarak bir dal çıkarttığını ve dudaklarına götürdüğünü, sonra sigarayı ateşlediğini görüyordum sanki. Birazdan onaylar bir mırıltı çıkartarak yanımda geleceğini bildiğim gibi tüm bunları da biliyordum.

"Doğsun, güzelim." Dedikten sonra yavaşça bana yaklaştı. Daha sonra tam karşımda durdu. Gözlerimi ona dokundurmadım ve şafağın göğü kızıla boyamasını sabırla bekledim.

Araf dumanı bana gelmesin diğer balkonun kapısının hemen yanındaki diğer pencereyi açtı. Gözlerim daha fazla bu anlamsız kaçışa dayanamadı ve ona baktım. Sigaradan derin bir nefes aldıktan sonra gri duman ağzından ve burnundan aynı yoğunlukta havaya karıştı. Gözleri gökyüzünde kısık ve düşünceliydi. Ne düşündüğü tamamen muammaydı ama temelinin ben olduğumu biliyordum.

Onu üzmekten başka bir işe yaramıyordum.

Araf, sigarasını bitirdikten sonra izmariti camdan dışarıya attı ve pencereyi kapattı. Sonra gözlerime baktı bana doğru yaklaşırken. Bacaklarımı kendime çekip kollarımı bacaklarımın etrafına sararak ona yer açtım. Benim tam karşıma oturduktan sonra uzun bacaklarını kendine çekti ve iki kolunu da dizine yasladı. Gözlerimiz ayrılmamıştı.

"Niye uyandın?"

"Uyumadım." Dedim duraksamadım. Tüm gece tek bir saniye bile uyumamıştım. Düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyordum ama düşünmeme de engel olamıyordum. Ailemden uzaktım. Bana can veren iki insanın aylardır sesini bile duymuyordum. Delirdiklerini tahmin ediyordum ve bu vicdan azabı içinde kıvranmama sebep oluyordu. Geri döndüğümde onlara nasıl bir açıklama yapacağım konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Belki de beni silmişlerdi. Bu düşünce beni sarmaşık misali sıkarken nefessiz kaldığımı hissediyordum. Eğer böyle bir şey olduysa bile onları suçlamaya hakkım yoktu. Nasıl suçlardım ki? Eğer onlar bir an da hiçbir açıklama yapmadan ortadan kaybolsalardı belki de ben de aynı tepkiyi verirdim.

"Neden uyumadın?" Diye sordu soluk bir sesle gözlerimin içine bakarak. Omuz silktim. Gözlerim bir an aşağıdaki boşluğa takıldı. Beşinci kattaydık ve buradan gerçekten fazlasıyla korkutucu görünüyordu. Yine de nedendir bilinmez içimde zerre korku yoktu.

İçimde ki boşluk beni ilk kez korkuttu.

Parmaklarıma değen parmaklarla gözlerimi Araf'a çevirdim. Elimi büyük elinin içine aldı ve başını eğerek avuç içime derin bir bir öpücük kondurdu.

Bir anda gerçekten bu pencereden aşağıya yuvarlanarak paramparça olduğumu zannettim. Ya da havada süzelerek sonsuzluğa yuvarlandığımı.

"Niye uyumadın?" Diye tekrarladı sorusunu. Sesindeki yoğun kırgınlık bir tokat gibi suratıma çarptı. "Artık kollarım sana huzur vermiyor mu?"

"Senin kollarında ölüm bile güzelken benim için, bunu nasıl düşünürsün?" Diye fısıldadım yenilmiş bir sesle.

Ölümü bile onunla seve seve kabul ederdim.

"O zaman?" Ellerini elimden çekmemişti. O elini elimden hiçbir zaman çekmemişti.

"Düşünceler beni boğuyor. Ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Nereden başlayacağıma hiç karar veremiyorum."

"Bir yerden başlamak zorunda değilsin," dedi beni şoka uğratırken. "Onlarsız olmak bu kadar çok mu zor?"

"Onlar benim ailem?" Dedim kaşlarım çatılırken. Şimdi durduk yere neden böyle bir şey söylemişti ki? Bu zamana kadar onlara gitmem gerektiğini söyleyen o değil miydi?

"Ben neyim?" Diye sordu gözleri sertçe gözlerime bakarken. Sesi ifadesizdi ama yüzüne yansıyan hırçın ifade her şeyi açığa vuruyordu. Gözlerinin ardından parlayan korkunun ışığı her şeyi açıkça haykırıyordu.

Araf beni ailemle paylaşmaktan korkuyordu.

Belki de ailemin beni ondan alacağını düşündüğü için korkuyordu.

Oysa akşam bu konu hakkında herhangi bir endişesi yok gibiydi. Durduk yere ne olmuştu da, birden değişmişti?

"Neden böyle bir kıyaslama yapıyorsun ki durduk yere?"

"Ben neyim?" Diye tekrarladı inatçı bir sesle. Cevabını zaten biliyordu oysa ki. Bu cevabı benden onlarca kez duymuştu. Yine de tekrar duymaya ihtiyacı vardı.

Korku bazen silik bir melodiyle parçalara ayrılabilirdi.

"Seni birkaç kelimeyle tanımlayamam," dedim ellerimin arasındaki ellerini daha sıkı kavrarken. "Bileğimde atan nabzı nasıl bir kelimeyle tanımlayayım? O nasıl yaşadığımı gösteriyorsa, sen de onun gibi yaşadığımı gösteriyorsun."

"Onlardan daha mı önemliyim senin için?"

Aslında tam olarak duymak istediği cümle şuydu: Onlar için asla seni bırakmam.

"Buradan düşsek ne olur?" Dedim bir an da aşağıya bakarken. Ellerimin arasındaki elleri kaskatı kesildi. Elimi daha sıkı kavradı sanki beni tutacakmış gibi.

"Ölürüz." Dedi ifadesiz bir tonda.

"Buradan düşsem ne olur?" Diye sordum bu kez. İfadesiz bir tonda tekrar cevap verdi.

"Ölürüz."

"Sen değil," dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Onu başka türlü rahatlatamazdım. "Ben düşersem ne olur?"

"Ölürüz." Diye tekrarladı sertçe. Ses tonu ciddiydi ve itiraz edilemez bir doğruyu söyler gibiydi. Onun için başka bir ihtimâl yok gibiydi. Herhangi biri bu tonlamaya bakarak rahatça söyleyebilirdi bunu.

"Gördün mü?" Dedim kalçamı kaydırarak ona yaklaşırken. Sağ elimi onun sol göğsüne, beni yaşama bağlayan ritimlere koydum. "Sen nasıl bensiz bir hayat düşünemiyorsan, ben de sensiz bir hayat düşünemem. Burası bensiz nasıl olmuyorsa," birbirine kenetlenen ellerimizi sol göğsüme götürdüm. "Burası da sensiz asla olmaz. Sen benim için asla bir tercih olamazsın, Araf. Sen benim zorunluluğumsun. Sen de başka bir ihtimalim yok."

Kaskatı kesilen ifadesi bir anda parçalandı ve gözlerinde açıkça okunan bir rahatlama peyda oldu. Burnunun ucunu saçlarıma yaslayarak orada derin bir nefes aldı. Bacaklarını hafifçe araladığında hemen bacaklarının arasına girerek yanağımı göğsüne yasladım ve kızıla bürünen gökyüzüne baktım. Pencerenin önündeki mermer çıkıntı geniş olduğu için sığmakta zorluk çekmiyorduk. Araf, kollarını bedenime sıkıca dolayarak beni sinesine çektiğinde tüm ruhumun karanlık bir köşeye inzivaya çekildiğini hissettim. Gökyüzün de rüzgârın esaretinde savrulan ama özgürlüğü iliklerine kadar hisseden bir uçurtma gibi kanatlandı yüreğim.

"Neden böyle düşündün birden bire?" Diye fısıldadım kollarımı onun ince beline dolayıp ellerimi onun sırtından birleştirirken. Sıcak nefesi saç diplerimi nemlendiriyor, orada yeni bir cennet yeşertiyordu.

"Sen bazen kabuslar görüyorsun ya," diye fısıldadı dudaklarını saç diplerimi bastırdıktan hemen sonra. "Ben de bazen görüyorum. Saçma sapan şeyler işte." Tamamen içgüdüsel olarak ona daha sıkı sarılırken buldum kendimi. Sabah daha tan ağarmadan uyandığımda, Araf'ın homurdanarak bana daha sıkı sarıldıktan sonra ismimi inleyerek sıçraması ve hemen ardından kokumu derince içime çekerek farkına bile varmadan tekrar uykuya dalması canlandı gözlerimin önünden. Kâbus görebileceği hiç aklıma gelmemişti oysa ki.

"Saçma sapan şeyler, Araf." Dedim ben de hem onu hem de kendimi inandırmak isterken.

O sabah ay semayı terk edip yerini koca alev topuna bırakırken, şafağın göğü kana bulamasını birlikte izledik, birbirimize çok daha sıkı bağlanırken.

🌒

Kurak bir çölün ortasından suya muhtaç kalan bir gezgin gibiydim. Pusulam kaybolmuş, nerede olduğunu bile bilmediğim bir yerde kayıplara karışmıştım. Yörüngemi kaybetmiştim.

Hayatımın yörüngesini kaybetmiştim.

Öylesine boş, öylesine çaresizdim ki; nereye tutunmaya çalışsam ellerim parçalanıyordu.

Bedenimde koca bir mezarlık vardı.

Geleceğimi içimde zerre zerre öldürmüştüm. Cesetlerin kokusu burnumun direğini sızlatıyordu.

Her şeye rağmen paramparça avuçlarımı öpen biri vardı. Yaralarımı saran, bana dağ olan biri vardı.

Araf vardı.

O iyi ki vardı

Ne olursa olsun o iyi ki vardı. Ne hâlde olduğum önemli değildi. Ne yaşadığım da mühim değildi. O yanımda olduğu sürece gerisi boştu.

Zira en baştan onun bana hem cehennem, hem de cennet olacağını biliyordum. Bilerek bu yola girmiştim. Asla pişman değildim.

Ne yaşarsam yaşayayım asla pişman olmayacaktım.

Saçımdaki son köpükleri temizledikten sonra, suyu kapatarak duşa kabinin kapısını açtım. Askıdaki havluyu alarak ıslak bedenimi sardım ve yavaştan ağrımaya başlayan başımı umursamamaya çalışarak banyodan çıktım.

Araf odada değildi. Sabah güneş doğduktan sonra pencerenin önünden kalkmış ve yatağa geçerek huzurlu bir uykuya dalmıştık. Saat 11.00'e gelirken uyanmış ve Araf'ın kollarının arasından zor da olsa çıkarak ikimize güzel bir kahvaltı hazırlamıştım. Daha sonra onu öpücüklere boğarak uyandırmıştım ve birlikte güzel bir kahvaltı yapmıştık.

Her şeye rağmen onun yanında mutluydum. Eskisi gibi olmam imkânsız gözükse bile onun yanında mutsuz olmam da imkânsızdı.

Sadece eksiktim. Gülüşüm buruktu. Kalbim kırık, sevincim yarımdı.

Üstüme gri iç çamaşırlarımı geçirip, Araf'ın siyah tişörtlerinin birini giydim ve ıslak saçlarımla uçlarından damlayan suları aldırmadan elime bir tarak ve havlu alarak salona doğru ilerledim. Araf, beyaz koltuğa boydan boya uzanmış, elindeki polisiye romanı okuyordu. Bir elini başını altına koymuş, diğer elinde de kitabı ikiye katlamış tutuyordu. Ayak bileklerini üst üste atmıştı. Üzerinde beyaz bir tişört ve gri bir eşofman altı vardı.

Kitap okumayı seviyordu. Elbette film zevkinden olduğu gibi kitaplarda da romantik tercihi değildi ama polisiye, macera, bilimkurgu gibi türleri seviyordu. Bazen siyaset veyahut tarih ağırlıklı kitaplarda okuduğuna şahit oluyordum.

Benim içeriye girmemle birlikte gözlerini dalıp gittiği satırlardan alarak bana dikti. Beni baştan aşağıya süzdüğünde dudakları hayali bir çizgiyle yukarıya meyletti ve siyah göz bebekleri yumuşak bir tona büründü.

Bakışları içimde başlayan bir rüzgârdı. Bazen bir meltem oluyor ve ılık esintisiyle buz tutan her yanımı eritiyordu. Kimi zaman bir hortuma dönüşüyor ve içine neyi aldıysa darmaduman ediyordu.

Yavaş hareketlerle kitabın arasına karnının üzerine bıraktığı küçük siyah kitap ayracını bıraktı ve kitabı kapatarak oturur hâle geldi. Kitabı orta sehpaya bırakırken diğer eliyle koltuğa hafifçe vurdu ve mırıldandı.

"Gel, küçüğüm."

Hemen onun işaret ettiği yere, dizlerinin dibine yerleştim ve havluyla tarağı kucağına bıraktım. Ona sırtımı döndükten sonra bağdaş kurarak ellerimi kucağımda birleştirdim ve huzurun beni kucaklamasını sabırla bekledim.

Araf, her zaman özenle saçlarımla bizzat kendisi ilgileniyordu. Özellikle banyodan sonra saçımı kendim taradığımda fazlasıyla sinirlendiğine şahit olmuştum. Her saç telime ayrı kıymet veriyor, beni baştan aşağıya sadece saçlarımla oynayarak rahatlatıyordu. O saçlarımla oynadığında sonsuz bir huzura kavuşuyordum.

Yavaş hareketlerle havluyu saçlarımda gezdirerek saçımdaki nemi sabırla aldı. Ara sıra yüzünü saçlarıma sürttüğünü ve derince soluklandığını duyabiliyordum. Havluyu saçımdan çektikten hemen sonra tarağın sert dişleri ince tellerinin arasına yumuşakça geçti. Araf saçlarımı bir yandan tararken sol eliyle saç diplerimi okşuyordu. Uykum yoktu ama istemsizce göz kapaklarım ağırlaştı ve mayıştığımı hissettim.

"Benim kördüğüm olduğum saçların," diye fısıldadı saçlarımın arasında öpücüğü sönerken. "Tek bir teline bile zarar gelirse kıyameti kopartırım."

Araf saçlarımı tamamen taradıktan sonra, saçlarımı ördü ve bileğinde bulunan benim siyah tokamla bağladı. Ördüğü saçlarımı sol omzuma bırakarak, bana bol gelen tişörtünün açıkta bıraktığı omzuma sıcak bir öpücük kondurdu. Daha sonra burnunu tenime bastırarak derin bir nefes aldı.

"Cennet kokulum." Diye fısıldadığında gözlerimi kapatarak huzurla iç içe geçerek genişçe gülümsedim. Kollarını arkadan bedenime doladı ve sıkıca sarılarak beni sert göğsüne bastırdı. Çıplak kalan bacaklarımı umursamadan bacaklarımı kalçamın altında toplayarak onun sıcak sinesine iyice sokuldum ve ellerimi karnımda birleşmiş kollarının üzerine koydum.

"Zayıfladın iyice, belin incecik kaldı." Dedi gergin sesiyle. Bundan memnun olmadığını biliyordum. Ben de memnun değildim ama elimde olan bir şey hiç değildi. Ne yaparsam yapayım her şeyi yok sayamıyordum. Üzüldüğüm, canımın sıkıldığı zamanlarda asla iştahla yemek yiyen biri olmamıştım. Bu yüzden de aylardır doğru düzgün bir şey yiyemiyordum. Zamanla midem küçülmüş ve  eski iştahım tamamen kapanmıştı. İstesem bile olmuyordu. Hoş, pek istediğim yoktu ama Araf'ın zorlamaları da artık işe yaramıyordu.

Ona cevap vermedim. Bunun yerine başımı omzuna yasladım ve gözlerimi kapattım. O da daha fazla konuşmadı zaten. Sözlerin boş olduğunu o da, ben de biliyorduk. Çaresizlik bileklerimize vurulmuş bir prangaydı. Bizi esir etmişti.

Dakikalar sonra derin nefeslerin huzurlu bir melodi gibi duvarlarla dans ettiği salonda rahatsız edici mekanik bir ses duyuldu. Araf bazen omzumda, bazen boynumda, bazen de yanağımda dolaşan dudakları tenimden zor da olsa çekerek sıkıntılı bir nefes aldı ve bir elini karnımın üzerinden çekerek sehpanın üzerindeki telefonunu aldı. Gözlerimi açmadım ve başımı Araf'ın omzundan kaldırmadım. Yıllarca onunla bu hâlde kalabilirdim ve bu anı hiçbir şeyin bozmasını istemiyordum.

"Efendim," dedi Araf karşı tarafa ters bir sesle. Onun dibinde olduğum için ses geliyordu bana da.

"Abi, Yıldız dosyası tekrar bizim şubeye geldi. Gelmen gerekiyor." Dediğini işittim Barın'ın sıkıntılı sesiyle. Bir an onları uzun zamandır görmediğim aklıma geldi. Ne Çisil'i ne de onu aylardır görmüyordum. O olay olmadan önce bir kez dördümüz yemeğe çıkmıştık ve gerçekten onları çok sevmiştim. İkisinin net bir ilişkisi olmasa da birbirlerinden hoşlandıkları çok belliydi. Şimdi nasıl bir ilişkileri vardı hiçbir fikrim yoktu.

"O dosyaya narkotiğin bakması lâzım, değil mi? Bizi ilgilendirmez."

"Abi öyle değilmiş işte. Müdür bekliyor. Çabuk gelsen iyi olur." Araf'ın burnundan verdiği sert nefes yanağında duraksadı ve ben de onunla beraber sıkıntılı bir nefes aldım. Cidden, böyle olmak zorunda mıydı?

"Tamam, gelirim bir saate." Dedikten sonra telefonu Barın'ın yüzüne kapattı ve sıkıntıyla homurdanarak bana sıkıca sarıldı ve yüzünü boynuma gömdü.

"Gitmek istemiyorum." Diye homurdandığında içten bir şekilde kıkırdadım. Tıpkı okula gitmek istemeyen yaramaz bir oğlan çocuğu gibiydi.

"Gitmeni istemiyorum ama yapacak bir şey yok." Diye mırıldandım kafamı çevirip onun sağ yanağına derin bir öpücük kondururken. Yeni tıraş olmuş cildinden yükselen erkeksi kokuyu ciğerlerim yanana dek içime çektim. Onu damla damla içime hapsetmek, oradan bir ömür çıkarmamak istiyordum.

Araf boynumda derin bir öpücük kondurduktan sonra kollarını bedenimden zor da olsa çekti ve önüme geçerek mırıldandı.

"Çabuk gelmeye çalışırım, Hediye'm. Bir şey olursa beni ara, tamam mı?" Kafamı sallayarak onu onayladım.

Araf, hazırlanıp çıktığında evde yalnız kalmanın kasvetiyle derin bir nefes aldım ve yavaş adımlarla mutfağa gittim. Kendime küçük bir sandviç hazırladım ve bir bardak kola doldurarak hızlıca bitirdim. Daha sonra salona geçerek televizyonu açtım ve rastgele bir kanalda durarak yayımlanan bir yaz dizisinin tekrarını izlemeye başladım.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir türlü kafamı izlediğim şeye veremiyorum. Sanki kafam bir tabloydu ve doldurmadığım sürece yaptığım her girişim boşunaydı.

Aniden aklıma gelenle bir anda ayaklandım ama heyecanım aynı anda söndü. Aylar sonra o telefona bakmaya cesaretim var mıydı? Bundan bile emin değildim ama bazı şeylerle yüzleşmem gerekiyordu. En azından küçükte olsa bir adım atmalıydım. En azından bir yerden başlamalıydım.

Yerimden kalktım ve yatak odasına giderek komodinin çekmecesini araladım. Ordaydı. Aylardır dokunmaya cesaret edemediğim telefonum ordaydı. Titreyen ellerimi zorda olsa zapt ederek telefonu elime aldım ve yatağa yığılarak elimdeki telefona boş gözlerle baktım.

Ne yazmışlardı? Ne söylemişlerdi benim için? Nasıl isyan etmişlerdi acaba yaptığım şeye?

Heyecan kalbimin delirmiş gibi atmasına sebep olurken, derin bir nefes alarak parmağımı telefonun düğmesine basılı tuttum ve açılmasını bekledim. Birkaç dakika içinde telefonum açıldı ve titreyen ellerimle kodu girdim. Hattım kapanmıştı. Yine de önceden atılan mesajlar hızla gelmeye başlamıştı. İnternetim kapalı olduğu için, titreyen ellerimle evdeki internete bağlandım.

Mesaj kutusuna tıkladığımda gözüme çarpan ilk isim Deniz'in mesajıydı.

Deniz:
Allah aşkına bir şey söyle. Neden yok olduğunu söyle. Sana ne olduğunu söyle. Dayanamıyorum artık, Ecrin. Bana bunu yapmaya hakkın yok. Hani hep yanımda olacaktın? Neredesin? Neredesin canımın içi, sana ihtiyacım var sen neredesin?

En son attığı mesaj buydu. Avcumu dudaklarıma kapatarak hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım ama mümkün değildi. Göz yaşlarım sağanak bir yağmurun toprağa kavuşması gibi yanaklarıma kavuşuyor, beni denizin dalgalarına yakalanmış bir kız çocuğu gibi boğuyordu. Bir önceki mesajı içimde bir bomba gibi patladı ve içimde harlanan yangınla kül olduğumu hissettim.

Deniz
Yalancının tekisin! Bencilsin, Ecrin... Neden yoksun ha, neden? Cehennem olup neden gittin? Neden beni yüz üstü bıraktın? Arkamda koca bir dağ oldun sen hep. Tam 17 yıl Ecrin. Küçücük çocukken tanıdım ben seni. Daha dünyanın nasıl bir yer olduğunu bile bilmeden sığındık birbirimize. Sana arkadaşım dedim ilk başta. Sonra sırdaşım oldun. Dostum oldun. Kardeşim oldun. Ailem oldun. En sonunda canım oldun. Bu kadar mıydı değerim? Hiçbir şey söylemeden kaybolup gidecek, benden kaçacak kadar mı sevmedin beni? Sen hayatım da tanıdığım en büyük yalancısın!

Her bir kelimesi kurşun olup kalbimi dağlarken,  nefes alamadığımı hissettim. Haklıydı. Ne dese, ne söylese haklıydı. Ben onu kimsesiz bırakmıştım. Şimdi beni affetmese onu asla suçlayamazdım.

Bana gönderdiğin yüzlerce mesaj vardı. Her Allah'ın günü yazmıştı. Bazen kızmış, bazen beni anlamaya çalışmıştı. Bazen hiçbir şey olmamış gibi bana günlük olan şeylerden bahsetmişti. Bir ay önce gönderdiği görüntü ile tüm bedenimin halsiz kaldığını hissettim. Kalbim şefkatle kabarırken, burnumun direği özlemle sızladı.

İnsan hiç tanımadığı, bilmediği birini özler miydi?

O özlemeyecek gibi değildi ki?

Öylesine muhteşemdi ki, hıçkırıklarım daha da çoğaldı ve onlardan uzak kaldığım her saniye için kendimi öldürmek istedim.

Araf'ın anlattığı gibiydi. Bembeyaz bir teni vardı. Pembe yanakları, altın sarısı saçları, çakır rengi gözleri vardı. Minicik pembe dudaklarını büzmüş huzurlu bir uykuyla uyuyordu. Onun sıkıca sıktığını küçücük yumruklarını defalarca kez öpmek istedim. Yanaklarını öpmek,  burnumu saçlarına bastırarak bebek kokusunu içime çekmek istedim.

Yapamazdım.

Nasıl yapardım?

Kan kokan ellerimi ona sürerek onu nasıl lekelerdim?

Bu gerçek yüzüme kaynar su gibi çarptı ve aniden irkildim. Ona asla dokunamazdım. Buna hakkım hiç yoktu.

Yine de onu uzaktan da olsa görebildim.

Kardeşime sıkıca sarılıp, onun anne olmuş küçük bedenini kucaklayabilirdim.

Burak'ın temiz yüzüne bakıp her zaman yaptığım gibi beni affetmesini, küçük bir kız kardeş gibi bekleyebilirdim.

Bu düşüncelerle nasıl hazırlandığımı ve evden nasıl çıktığımı bilemedim. Heyecanlıydım. İçimde yeşeren bir umut vardı. Onları görecektim. Ne olursa olsun Araf'a söz verdiğim gibi hayata tutunacaktım.

Aniden duraksadım ve bir an taksiciye durmasını söyleyeceğimi düşündüm. Lânet olsun Araf'a haber vermemiştim. Ev telefonu hâliyle evde kalmıştı. O eve dönmeden eve gidebilir miydim? Zaten oradan fazla kalamazdım. Hemen gidip gelirdim. Ona haber vermediğim için sinirlenirdi ama anlık bir heyecanla unuttuğumu söylediğimde sakinleşirdi.

Taksi apartmanın önünde durduğunda terleyen avuçlarımı beyaz elbiseme sürttüm. Kalbim atmıyor, resmen göğüs kafesini tekmeliyordu. Karnım kasılıyor, tenime sıcaklıyordu.

Şoföre ücreti vererek taksiden çıktım ve derin bir nefes alarak titreyen bacaklarıma inat ilerledim yavaş adımlarla. Yapabilirdim. Yapmak zorundaydım. Çareleri avuçlarımın içinde yok etmiştim. Buraya kadar gelmişken korkaklığım yüzünden geri dönemezdim. Eski hayatımı geri istiyordum.

Apartmana girdiğimde, 5 ay öncesine geri dönmüştüm. Sanki bir filmin geçmişe dönüş sahnesindeydim ve kamera etrafımda dönüp duruyordu. Kulağımda yaşadığım güzel anların sessiz çığlığı yankılanıyordu. Bir kitabın rastgele bir sayfası açılmıştı ve o satırlarda biz vardık. O satırlarda Deniz vardı, Burak vardı. O satırlarda kahkalarım, gözyaşlarım vardı.

Merdivenlerden çıkarken, onlara ne diyeceğimi düşünüyordum. Kendimi savunacak tek sebebim yoktu. Onlara gerçekleri anlatamazdım. Susmaktan başka çarem yoktu. Meraktan kıvranacaklar, haklı olarak benden bir açıklama bekleyeceklerdi ama yapacak açıklamam yoktu. İstesem de dudaklarımdan tek bir neden dökülmezdi.

Kapının önüne geldiğimde ellerim yumruk oldu ve gözlerimi kapatarak ciğerlerimi delen bir soluk çektim. Hissediyordum. Bu benim dirildiğim gündü. Bir Anka gibi kanatlarımın külleriyle birleştiği gündü.

Birlikte oturduğumuz evden çıkıp tamamen Burak'ın dairesine yerleştiklerini biliyordum. Zili titreyen parmaklarımla çaldığımda, tüm bedenim kasılabildiği kadar kasıldı. Bir ömür geçmişti sanki o kapının önünde. Bir asır  geçmişti kapının açılmasını beklerken. En sonunda kapı açıldığından ve Deniz'in yüzünü gördüğümde bir an dizlerimin boşaldığını düşündüm. Sanki yere yığılıp kalacaktım. Ama olmadı. Bir güç beni tuttu ve ayakta kalmamı sağladı.

Deniz'in elinde bir pembe bez vardı. Üstüne siyah bir şort ve beyaz bir tişört giymişti. Kilo almıştı. Bunun hamilelikten olduğunu tahmin edebiliyordum. Çok güzeldi. O hayatımda gördüğüm en güzel anneydi.

Elindeki bez güçsüz kalan parmaklarının arasından yere süzüldüğünde gözlerimi özlediğim yeşil menevişlerden çekmedim. Burnum sızlıyor, gözlerimin içi yanıyordu. Ona sarılmak için tutuşan hücrelerim canımı yakıyordu ama ona sarılmaya hakkım yoktu. Beni isteyeceğinden bile emin değildim.

Deniz'in yeşil gözleri aniden kızardı. Dudaklarının arasından derin bir nefes aldı ve ifadesinin içinden kurşun geçmiş bir ayna gibi paramparça olduğunu gördüm. Gözlerinden yaşlar bir anda durmadan akarken hiçbir şey düşünmeden bana doğru atıldı. Boynuma dolanan kollarıyla hıçkırıklarımı serbest bıraktım ve ben de ona sıkıca sarıldım.

"Ecrin!" Diye inledi acıyla. Sesinde çaresizlik vardı. Sesinden özlem vardı. Sesinden tükenmişlik vardı.

"Yeşilim!" Diye fısıldadım gözyaşlarımın arasından. Omzumda ne kadar yük varsa iki tane beyaz güvercin tarafından kaldırılmış, tüm bedenimin hafiflemişti. Kalbimde ki ağırlık çok önceden siyah bir gecenin nefesiyle kül olmuştu zaten. Geri dönmüştüm. Beni tutan tüm yüklerden sonunda kurtulmuştum. Belki daha başındaydım ama yine yeniden doğmuştum.

Bugün gerçekten yeniden dirildiğim gündü.

BENİ KALBİNE HAPSET: HEDİYEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin