2. Bölüm

1.9K 82 51
                                    

Annemin özel uçağının bir koltuğunda, pencere kenarına oturmuş, elimdeki fotoğrafı izliyordum. Düşündüklerimin ilk perdesinde haklı çıkmıştım. Annem Yavuz'un adresini biliyordu. Garipti ama İstanbul'a taşınmıştı. Yavuz nasıl olurdu da İstanbul'a taşınırdı ki? Hem de tüm timle birlikte? Bu işin içinde bir görev olduğu belliydi. Ve bu beni daha da umutlandırıyordu. Fotoğrafta, Yavuz'un yüzüne dokundum.

"Seni tanıyorum" dedim, öyle olduğunu umut ederek. "Merve için nasıl acı çektiğini biliyorum, benden nasıl uzak durmaya çalıştığını, bana kalbini açmanın ne kadar uzun sürdüğünü... Ben seni tanıyorum."

O, benden önce de kaybetmişti. Nişanlısı Merve, bir terör saldırısında gözlerinin önünde şehit olmuştu. Onu kurtarmaya çalışan bendim. Ne yaptıysam olmamıştı. Sonrasında Yavuz'un kendini bana nasıl kapattığını görmüştüm. Ondan bir şans istediğimde bana Merve öldüğü için kendisinden nefret ettiğini söylemişti. Aylarca benden uzak durmuş, sonra da aylarca yanımda ama uzağımda kalmıştı. Sadece ona değil, biraz da onun Merve'ye olan aşkına ve sadakatine aşık olmuştum.

Öleceğimi zannettiğimde ona yeniden aşık olmasını söylemiştim. Öyle de istemiştim. Hayatının sonuna kadar benim için acı çekmesini istemezdim. Mutlu olmasını istiyordum. Ama bu kadar çabuk olmazdı... Bu kadar çabuk olması beni aslında hiç sevmediği anlamına gelirdi. On bir ay! On bir ayda nasıl olurdu da aşık olduğunuz insanın ölüm acısını atlatıp başkasını aşık olacak ve evlenecek kadar tanıyabilirdiniz? Onu nasıl bu kadar sevebilirdiniz ki? Bu ancak beni hiç sevmemiş olması ile mümkün olabilirdi. Eğer ortada gerçek bir evlilik varsa...

Fotoğrafı göğsüme bastırıp gözlerimi kapadım. Hislerimin bana ne söylediğini duymaya çalıştım ama içimde bir umutsuzluk yükselmeye başlayınca hemen gözlerimi açtım. Annem, oraya gidersem yıkılacağımı düşünüyordu. Ama umurumda değildi. Eğer yaşayacaksam gerçekten ne olduğunu bilmeliydim. Ucunda yıkılmak olsa bile.

Yaklaşık üç saat süren yolculuktan sonra İstanbul'a iniş yaptık. Akşamüzeri saatlerine yaklaşmıştık. Uçaktan indiğimde bacaklarımın titrediğini hissettim. Hem güçsüzlükten hem de heyecandan. Kafamı gökyüzüne kaldırıp Mayıs ayının tatlı sıcağını yüzümde hissettim. Sanki şimdiden evdeydim.

Annemin koluma girme teklifini reddedip sırtımda çantam, yürümeye devam ettim. Aslında havaalanından çıkıp direkt Yavuz'a gitmeyi düşünüyordum. Sabırsızlanıyordum ama annem beni bırakmamakta kararlıydı. Israrla koluma girdi.

"İstediğim yere gitmekte özgür olduğumu sanıyordum" dedim.

"Öylesin" dedi annem. "Ama öncesinde bana ayırman gereken bir saat daha var. Seni, senin mezarına götürmek istiyorum."

Doğru ya, benim bir mezarım vardı değil mi? Bunu hiç düşünmemiştim. Ama şu an oraya gitmenin benim için nasıl bir anlamı olacağını da bilmiyordum. Üstelik daha büyük endişelerim ve sabırsızlıklarım vardı.

"Oraya hangi zavallıyı gömdünüz?" diye sordum. Beni çekiştirmesine izin veriyordum.

"Bir insan gömmedik. Kefeni açıp yüzüne bakmayı deneyen kimse olmadı nasıl olsa. Seni, seni pek de tanımayan insanlar gömdü Bahar. Tanıdıkların kocana ağlamakla meşguldü. Sana olan ilgisizlikleri beni bile şaşırttı."

"Yavuz'u benden daha uzun zamandır tanıyorlardı. Bu bana değer vermedikleri anlamına gelmiyor."

"Sana verdikleri değeri görmen için benimle gelmen yeterli."

İtiraz etmedim. Etmek istemedim. Ne demek istediğini görmek istiyordum. Yavuz'un karşısına, en azından biraz olsun ne olduğuna dair bir fikir sahibi olarak çıkmak istiyordum. Bu yüzden annemin peşinden gittim. Yürürken havalimanının camlarından kendimi gördüm. Ne kadar bakımsız göründüğümü ancak fark ettim. Saçlarım fazla uzamıştı ve yıpranmıştı. Kaçmak için üzerime geçirdiğim kıyafetlerim özensizdi. Yavuz'un karşısına böyle mi çıkacaktım?

Bahar: DönüşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin