''Sikeceğim ama şimdi,'' diye homurdanan o sesi ilk başta çıkaramadım. Bilincim yeni yeni beni ele almaya başladığında hafifçe gözlerimi kırpıştırdım.
Nerede olduğumu bir an idrak edemedim fakat hemen sonrasında o taşlı yoldaki tüm taşlar gözlerimin içine birer birer batarak gözlerimi tamamen açmamı sağladı. Boğazımın altına kadar çektiğim yumuşak, gri battaniyeden kurtulurken yatakta hafifçe oturur pozisyona geçtim.
''Neredesin lan, mal?'' sesi kavramıştım, ses Kaan'a aitti.
''Gelir şimdi,'' dedi Barbaros hemen ardından. Kapımın önüne yakın yerde olmalılar ki, onları rahat duyabiliyordum.
''Kayboldu kesin yine.'' Kaan homurdana homurdana sesi uzaklaşırken, kaldığım odanın önünden uzaklaştığını anlayabilmiştim. Sesi sıkıntılıydı. ''Hayır sen de yani...'' diye homurdanmaya devam etti. ''İngiltere prensi misin ya, almışsın kendine kocaman yer.''
Ona hak verdim. Battaniyeyi üzerimden çektim ve ayaklarımı yatağın dışına sarkıttım. Dün banyoda çekmeceleri karıştırırken kullanılmamış, paketli diş fırçası gördüğümü hatırlıyordum. Adımlarımı banyoya yöneltirken onları dinlemeyi kestim. Islak saçlarım kurumuş, örgüm de gece açılmıştı. Saçlarım kendi şeklini almış, hafifçe dalgalanmıştı. Çekmeceleri tekrar karıştırdım. Bulduğum diş fırçasıyla dudaklarıma bir kıvrım yerleştirerek dişlerimi fırçaladıktan sonra, tuvalet ihtiyacımı da karşılayarak odadan çıktım.
''Bora,'' diyerek seslenen Kaan'ın sesini aşağıdan aldım. Havanın aydınlanmasıyla gördüğüm manzarayla neredeyse aklım başımdan uçacaktı. Gerçekten, ev demeye dilim varmıyordu. Bildiğin saraydı. Dün akşam çıktığım merdiven basamakları oldukça geniş ve uzundu. Siyah demir korkuluklar ise genişti ve nereye gittiklerini göremiyordum bile. Uzakdıkça uzuyorlardı, bu katta çok oda bulunuyordu, ondan emindim. Demir korkulukların geçip gittiği her duvarı tablolar ve resimler süslüyor, ara ara da küçük sehpalarla hava katılıyordu.
Merdivenlere doğru ilerlerken başımı hafifçe kaldırmamı sağlayan şey, durduğum zeminin daha aydın olmasıydı. İki merdivenin başladığı yerin tavanı kubbe şeklinde bir camdı. Daha ne kadar abartabilirdi ki? Etrafı fazla süzmedim, bakışlarım Kaan'ın bana dönük olan ensesine kaydı ve Kaan huzursuzca homurdanarak telefonunu çıkarttı.
''Ya bu çocuk niye hep burada kayboluyor amına koyayım?'' diye küfretti. Güldüm ve basamakları inmeye başladım. Üzerimde hâlâ tayt ve havlu bir crop vardı. Telefonda parmaklarını gezdirdikten sonra gülmemin durumuma hiç uygun olmadığını fark ederek kaşlarımı çattım. Telefonu kulağına dayadı. ''Lan,'' dedi. ''Neredesin?''
Telefonun sesini ben de duydum. Büyük ihtimalle hoparlördeydi. ''Kanka burada kitaplar var,'' dedi Bora mırın kırın ederek. ''Bir de yangın merdiveni gibi ama değil yani. Kaan çok korkuyorum ya... Aklına uyup geldim buraya gazete falan bulurum da masada oturur okuyormuş gibi iki şekil yaparım falan diye. Dönüşü bulamıyorum şimdi...''
''Kitaplar mı var?'' dedi Kaan düşünceli bir sesle.
''Yes.''
''O zaman kütüphanedesin?''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PANDORA +18 |Yeniden Yazılıyor
Lãng mạnKüfür, yetişkin içerik ve rahatsız edici sahneler içerir. ''Sevgilinin evinde, sevgilinin koltuğunda...'' der demez, titremelerim olsa da onun boğuk sesini pür dikkat, en tahrik edici melodileri dinler gibi dinlemeye devam ettim. ''Benim için bana g...