Bölüm 25: Eski Hatıra

47 2 0
                                    

Bölüm 25:
Eski Hatıra

10 yıl önce
Ankara, Haziran 2009
 
Çatıda, eski bir divanın üzerinde yatıyordum. Karanlık gökyüzünde ufak parlayan yıldızları izliyordum. Uygar zıplayarak kendini yanıma attı. Mutlulukla gülüyordum. Gülüşümden öptü. Çenemden, yanağımdan, burnumdan. Arka arkaya bıraktı aşk dolu öpüşlerini.
 
Boynuna sarıldığımda, kendini altıma çevirdi. Yukarıdan ona baktım. Dudaklarımı, dudaklarına sıkıca bastırdım.
 
Benim gibi, daha on sekiz yaşındaydı. O, bir sokak çocuğuydu. Bense katil küçük bir kız çocuğu. Haberi yoktu, kaç cinayet işlediğimden. Gerçek ismimi bile bilmiyordu!
 
Pantolonun arka cebine uzandığında üzerinde hafifçe doğruldum. “Gözlerini kapa,” dedi. Geniş divanda doğrulup gözlerimi kapadım.
 
Nefesini yüzümde, dudaklarını dudaklarımda hissettim. “Şimdi aç.”
 
Gözlerimi heyecanla açtım. İki parmağının arasında parlayan bir kolyeyi sarkıtıyordu. Ucunda ufak bir taşı vardı. Tahminimce pırlanta bir kolyeydi.
 
“Senin boynuna daha çok yakışır.”
 
O, bir hırsızdı.
 
“Ne kadar cömertsin.” Sırtımı ona dönüp uzun saçımı bir omuzuma topladım. Kolyeyi takıp boynuma sıcak bir öpücük bıraktı. Kışkırtıcı bir öpücük. Dudaklarını boynumdan ayırmadı. Sıcak, sabırsız nefesini kulağımın arkasına bıraktı.
 
“Seni seviyorum Hale.” Gözlerim aşkın sarhoşluğuyla kapanmıştı. Sadece onun sesini duyuyor, onun nefesinin sıcaklığı altında kıvranıyordum.
 
Başımı koluna yasladı, dudaklarıyla dudaklarımı tekrar kavradı. Kıvırcık dağınık saçlarında parmaklarımı gezdirdim. Boynundan tutup onu yanıma düşürdüm. Bacağımı üzerine atıp, kasıklarının üzerine oturdum.
 
Dudaklarından fazla uzaklaşmamak üzere ayrıldım. “Seni seviyorum.” Tekrar dudaklarımı dudaklarında birleştirdim. Üzerimdeki beyaz atleti yavaşça çıkardı.
 
İçimdeki bu şehvet ona karşı hiç bir zaman bitmeyecekti. Beni her öptüğünde, onunla tekrar sevişmeyi hayal ediyordum. Mutluyduk. İki aşık ne kadar mutluysa öyle mutluyduk.
 
Ama her güzel şeyin bir sonu vardı...
 
Uygar'ın sırtında kollarımı bağlamış, bir elimde şarap şişesi vardı. Uygar koşarken şişeyi onun dudaklarına götürdüm. Kahkahamız karanlık, boş sokağı inletiyordu. Uygar takıldığında ağzındaki şişe oynadı. Şarap üzerine dökülmüştü.
 
Beni sırtından yere indirdi. Kocaman gülümsemesi yüzündeydi. “Bu şarabı bir yere oturarak da içebilirdik.” Tişörtünün ucunu ağzını silmek için kaldırdığında elini tuttum. Yüzüne yaklaşıp, dilimi çenesinden dudaklarına kadar sürttüm. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp gülümsedim.
 
“Seninle dolaşmayı seviyorum.”
 
Uygar’ın bu hareketimden dolayı başı dönmüştü. Ellerini yanaklarıma koyup dudaklarımı arzuyla öptü. Sırtımı duvara yasladı ve bacaklarımı havalandırdı.
 
“Hale değil mi lan o?”
 
Bir adamın sesi üzerine Uygar ile birlikte sese döndük. Uygar kucağından beni indirdi. Sarı sokak lambasının altında üç adam duruyordu. Ve ben bunları tanıyordum. Daha bize bir adım atmalarına izin vermeden Uygar'ın elini tutup koşmaya başladım.
 
“Koş! Koş Uygar! Arkana bile bakma!”
 
Uygar bana ayak uydurmakta geç kalmamıştı. “Hale ne oluyor? Kim bunlar?” Ona göre başı dertte olan sadece oydu. Bense ailesi tarafından istenmeyen saf bir kızdım onun için.
 
Deli gibi koşuyorduk. Ama ellerimiz hiç ayrılmıyordu. Parmaklarımı, onun parmaklarına kenetledim. Şişe hala diğer elimdeydi. Olabilecek bir silah olarak sımsıkı kavramıştım. Saptığımız sokağı yarılamıştık ki, karışımıza iki adam çıktı. Hızla arkamıza döndük. Ama bu kez az önce gördüğümüz adamlardan biri karşımızda duruyordu. Arkasından iki adam daha geldi.
 
Kalbim ölesiye çarpıyordu. Korkmuştum. İlk kez korkuyordum. Uygar’ın elini daha sıkı tuttum. İkimizde nefes nefeseydik. Elimdeki şişeyi kırarcasına sıkıyordum. Adamlar iki taraftan yaklaşmaya başladı.
 
Uygar beni arkasına alıp korumak istedi. Arkasından hızlıca çıktım. “Rahat bırakın bizi!”
 
Adamın biri sinirle çıkıştı. “Ne diyorsun lan kaltak!?” Öfkeyle büyük bir adım attı. “Sen. Ölmeyi hak eden bir orospusun!” Üzerime doğru adım attı.
 
Elini beni tutmak için kaldırdığında, elimdeki şişeyi kafasına geçirdim. Kırılan şişeyi boynuna geçirdiğimde diğerleri üzerimize gelmeye başlamıştı. Birine tekme atarken, diğerinin suratına şişenin yarısını geçirdim. Etrafında dönüp adamın suratına dirseğimi geçirdim.
 
Silâh tutan kolunu arkasına kıvırıp dizelerinin arkasına tekmemi geçirdim. Silahını boynuna dayayıp sıktım. Biri arkamdan boynuma kolunu geçirip sıktı. Kendimi kurtarmak için debelenirken uğradığım şokla hareket etmeyi kestim. Karşımdaki adam Uygar'ı kollarından tutmuş, diğeri kafasına silahı dayamıştı. Onların geldiğini fark etmemiştim.
 
İçimdeki korku büyüdükçe büyüdü. Uygar korkuyla gözlerimin içine bakıyordu. “Hale,” diye fısıldadı.
 
Ağlamamak için gözlerimi sıktım. “Bırakın onu.” Sesim boğazımdaki acıyla birlikte titredi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Korkuyordum. Ona bir şey olmasından korkuyordum. Gözümden sessizce bir damla yaş süzüldü.
 
Uygar’ın başına silah dayayan adam zevkle güldü. “Senin hatanın geri dönüşü yok Hale.” Şarkı söyler gibi alay ediyordu.
 
Ve nasıl olduğunu anlamadığım an silahın patlama sesini duydum. Kulaklarımı defalarca çınlayan bu ses, hiç bir zaman bu kadar korkutmamıştı beni.
 
Silahın sesiyle vücudum titredi. Gözlerim korkuyla açılmıştı. “Hayır!” Dudaklarımdan, sokakları çınlatacak şekilde bir çığlık koptu. Gözlerim, yere yavaşça yığılan Uygar’ın yüzünden ayrılmadı. Yavaşça kapatmıştı gözlerini.
 
Yerde öylece yatıyordu. Gözlerimden selleri andıracak şekilde yaşlar süzülüyordu. Kalbimi yerinden sökmüşlerdi.
 
Büyük bir öfkeyle boğazımdan çığlık koptu. Arkamdaki adama sertçe kafamı vurdum. Belindeki silahı çıkarıp suratının ortasına, sonra karşımda duran diğer ikisine sıktım.
 
Hızlı adımlarla Uygar’ın yanına gittim. Dizlerimin üzerine düştüm. Titreyen ellerim onun kanlı suratını buldu. Yanaklarını okşadım. “Uygar.” Gözümden akan yaşlar üzerine damlıyordu. “Uygar yalvarırım aç gözünü.” Başını kollarımın arasına aldım. Sarıldım. Öptüm. Kokladım. İçim öyle yanıyordu ki, damarlarım patlayacak gibi hissediyordum.
 
Alnımı alnına yasladım. “Özür dilerim.” Diye fısıldadım. Dudaklarımı, dudaklarına bastırdım. “Özür dilerim. Çok özür dilerim.” Kollarımla sıkı sıkı sarıldım. Bu son sarılışımdı. Bu onu son öpüşümdü.
 
Kollarıma ve bacaklarıma, kanı sızdı. Bir kez daha kana bulandı bedenim.. Bu kez düşmanıma değil, aşık olduğum adama aitti.
 
Boş sokakta, sessiz feryatlarım yankılandı. Kalbim, onunla birlikte burada ölmüştü. Uygar ile birlikte bende ölmüştüm.
 
Günler geçmişti. Günler sonra ilk defa gelmiştim bu çatıya. Yıldızların altında duran bu divana! Öylece baktım. Dağınık bir battaniye, paralel duran iki yastık ve Uygar’ın kırmızı hırkası vardı. Sanki üzerine sinen kokusunu buradan alabiliyordum.
 
Anlamıştım. Bizim gibiler, birini sevemezdi. Kimseyi. Sevmek zayıflıktı. Sevmek, temiz insanlara yakışırdı. Bizler sevgiyi kirletirdik. Sevgiyi kana boğardık!
 
Belki dakikalarca karşımdaki divana baktım. Tepkisizdim. Sessizce gözümden süzülen yaşları bekledim. Usulca şortumun arka cebinden kibrit kutusunu çıkardım. İçinden bir kibrit çıkarıp, onu yaktım. Düşünmeden yanan kibriti divanın üzerine attım.
 
Bu kalp acısıyla yaşayamazdım. Elim boynumdaki kolyeye gitti. Tenimden bir parça koparır gibi koparıp aldım. Avucumda sıkı sıkıya tuttuğum kolyeye gözümü bile değdirmedim. Yoksa yapamazdım. Dudaklarım titredi. Avucumdaki kolyeyi ateşin içine savurdum.
 
Gözlerimde biriken yaşla izledim, gittikçe büyüyen ateşi. Bu ateş içimdekilerle birlikte yanıp, kül olacaktı. Bir daha asla, birini sevmek için tutuşmayacaktı.
 
Asya'nın kalbi, sadece nefret dolu olacaktı.
 
Bir çalıntı arabanın içinde, on yıl önceyi düşündüm. Kalbim hala sızlıyor, kabuslarıma davetiye çıkarıyordu. O günden sonra tek bir damla gözyaşı döktüğümü hatırlamıyorum.
 
O günden sonra; sanki ruhsuz bir insana dönüşmüştüm.
 
Gözlerimi sıkı sıkıya kapatıp, direksiyonu sıktım. Düşüncelerimi bir kenara ittim. İşlek, ucuz bir barın önündeydim. Eski bir yerdi. Kurbanım, henüz buraya yeni gelmişti. Evi hemen bir üst sokaktaydı. Ama onu gözle görünür bir yerde öldürmek istedim. Polisleri bu tarafa çekmek istiyordum.
 
Atalay’ın evi tam ters taraftaydı. En azından onun yanında kalmadığıma bir türlü inanırlardı.
 
Arabadan inip şapkamı gözümün önüne indirdim. En azından işimi halledene kadar kimse beni tanımamalıydı.
 
İçeri girdiğimde karanlıktı. Sanki içerisini sadece bir camdan gelen ışık aydınlatıyordu. İçerisi ahşapla döşeliydi. Koyu meşe. Tuhaf bir koku vardı. Neyse ki umurumda değildi.
 
Tezgahın arkasındaki adam bir motorcuya benziyordu. İriydi. Ensesinden topladığı uzun saçı vardı. Sakalları ve bıyığı birbirine karışmıştı. İri kolunda büyük bir dövme vardı. Siyah zincirli bir tişört giymişti.
 
Aradığım adamda tam onun önünde oturuyordu. Eğilmiş tıpkı ona benzeyen adama bir şey söylüyordu. Adımlarımı yavaşça atarken etrafı gözlemlemeye çalıştım.
 
Tezgahın arkasındaki iri adam birden doğrulup kaba sesiyle köşedeki kare masaya seslendi. “Hey! Siz ikiniz, dışarı!” Köşedeki masada iki adam sesli bir şekilde tartışıyordu.
 
Yavaşça Sebahattin'in yanına oturdum. Bu benim aradığım adamdı. Tezgahın arkasında, hemen yukarıda küçük tüplü bir televizyon vardı. Haberlerde yine beni gösteriyordu. Ama kimse o spikeri dinlemiyordu.
 
İri adam önüme gelmeden ne istediğimi sordu. Yumruklarını tezgaha dayamıştı.
 
“Bira.” Sanırım bu yerde sadece bunu bulabilirdim. Seçeneklerim kısıtlıydı.
 
Önüme bir şişe bira koydu. Şaşırmıştım. Aslında bu iyiydi. En azından suyla karıştırmadıklarının kanıtıydı. Kahverengi şişeyi dudaklarıma dayadım. Ellerimi kirletmeden önce bir şişe bira iyi gelirdi.
 
Başka bir şeyle ilgilenmedim. Sadece biranın tadını çıkardım. Neredeyse yarılamıştım. Şapkamı çıkarıp tezgahın üzerine düzgün bir şekilde bıraktım.
 
Sebahattin ilk önce şapkama, daha sonra bana baktı. Ona gülümsedim. Gözlerini kıstı, beni tanımaya çalışıyordu. Birden irkilip televizyona baktı. Televizyonda hala benim resmim vardı. Kırmızı bir alt yazı geçiyordu. Bu kez spiker temiz yüzlü bir erkekti.
 
Sebahattin hızla bana döndü. Sanırım aklına beni öldürebileceği gelmişti. Bu yüzden keyifle kahkaha atmaya başladı. Bende daha çok gülümsedim. Ve beklemediği bir anda şişeyi kavrayıp alt kısmını suratına geçirdim. Üzerime bira dökülmüştü.
 
Sebahattin sendeleyip tezgahtan destek aldı. Yavaşça kalkıp boğazına sarıldım. Kafası tezgahın üzerindeydi. Tezgahın arkasındaki adam ve arkamdaki insanlar hareketlendi. Onları durdurmak için boştaki elimi kaldırdım. “Yaklaşmanızı tavsiye etmem.”
 
Bıçağı çıkardığımda Sebahattin bunu gördü ve beni üzerinden itmeye çalıştı. Güçlüydü, ama bende hızlıydım. Bıçağımı karnına geçirip yukarı doğru çektim. Kurbanımı yere bırakırken etrafımdaki şaşırmış gözlere göz gezdirdim. Bu kısa sürdü. Şapkamı alıp kafama geçirdim. Oradan bir şey olmamış gibi çıktım.
 
Ucuz bir otel odasına yerleştim. Neredeyse Ankara'dan çıkmak üzereydim. Yolda arabadan kurtulup başka bir araba çaldım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra televizyonu açıp yere oturdum. Sırtımı duvara verdim. Kanallarda tekrar tekrar gezdim. Sanırım bu kadar hızlı haber çıkamazdı. Sonrasında uyukladım.
 
Sabah gözlerimi aralarken polis sirenleri, ambulans ve insanların konuştuğunu duyuyordum. Bu ses televizyondan geliyordu. Yavaşça ayağa kalkarken televizyonun sesini açtım.
 
Genç muhabir barın sahibine mikrofon uzatmıştı. O kaba sesli adam birden kibar bir şekilde konuşmaya başladı.
 
“Evet! Buradaydı. Benden bir bira aldı ve... Onu bıçakladı! Burada defalarca kavga oldu ama asla biri ölmemişti.” Yüzünü buruşturdu. “Oldukça soğukkanlıydı. O kadın tam bir cani.”
 
“Asya Uslubaş çıktıktan hemen sonra polisi mi aradınız?” Mikrofonu tekrar adama uzattı.
 
“Evet, yapacak bir şeyim yoktu. Her şey için çok geçti.” Barın önünde yaptıkları röportajın arkasında polis araçları ve ambulans vardı. “Yanına yaklaşamadık bile.”
 
Arkada aynı röportaj dönerken kadın spiker konuşmaya başlamıştı. Altta sürekli geçen kırmızı bir alt yazı vardı.
 
“Kiralık katil olarak bilinen Asya Uslubaş, bir cinayet daha işledi. Yüz yirmi altı cinayetten aranan bu kadın sokakta gezmeye devam ediyor.” Kadın spiker üzgündü. İnsanlar ölüyordu. “Bu seri katilin en kısa zamanda yakalanmasını diliyoruz.”
 
Televizyonu kapatıp çıkmaya karar verdim. Burada kalmaya devam edersem beni bulurlardı. Giderken arabayı otelin önünde bıraktım. Güvenlik kamerasının olmadığı ara sokaklarda yürümeye başladım. Teknoloji fazla ilerlemişti.
 
Arkamdan hızlıca biri yaklaştı ve yanımda durdu. Direk konuşmaya başladı. “Asya Hanım, bunu Atalay Bey gönderdi.” Elindeki siyah naylona sarılmış şeyi bana uzattı.
 
“Ne bu?”
 
“Bana sadece bunu vermemi istedi.” Ardından hızlıca uzaklaştı.
 
Poşeti açtım. İçinden tuşlu bir telefon, üç hat ve rulo halinde sarılmış bir miktar para vardı. Kafamı kaldırdığımda adam yanımdan çoktan uzaklaşmıştı.
 
Elimdeki telefon çalmaya başladı. İsim yoktu. Sakince telefonu açıp kulağıma koydum. “Evet?”
 
“İşi halletmişsin.” Bu Atalay'dı. Sesi keyifliydi.
 
“Evet. Kolay oldu.”
 
“Tahmin ettiğin gibi, dün polisler buradaydı.” Sesi bu kez benim gibi düz çıktı. “Senin ihbar gelince gittiler.”
 
“Zamanlamam harika o zaman.” Çatılan kaşlarımla etrafa göz gezdirdim.
 
“Senin için bir ev ayarladım. Adresi telefon kapağının altında.”
 
“Atalay buna gerek olmadığını biliyorsun...”
 
“Dışarısı senin için tehlikeli! Adrese git. Orayı sadece sen ve ben biliyoruz.” Derin bir nefes alıp verdi. “Bir şeye ihtiyacın olursa, sana yedek hat gönderdim. Saat kaç olursa olsun ara.”
 
Bıkkın bir nefes bıraktım. “Olur ararım.”
 
“Dikkatli ol.” Dedikten sonra kapadı. Telefonun kapağını açıp çıkan kağıt parçasını arka cebime sıkıştırdım. İçindeki hattı kırıp attım. Rulo haline getirilmiş paranın ortasında bir şey parladı. Bu bir anahtardı. Adresteki evin anahtarı olmalıydı. Onu da adresi koyduğum cebime koydum.
 
♠️
 
İki hafta sonra
 
Nefes nefese koşuyor, ara sokaklarda kaybolmaya çalışıyordum. Arkamda polis sirenleri ve anons sesleri yükseliyordu.
 
Onları bir şekilde atlattım.
 
Soluğu Atalay’ın bana anahtarını verdiği evde aldım. Kapıyı hızla kapatıp sırtımı kapıya yasladım. Göğsüm hızla alıp verdiğim nefesten dolayı inip kalkıyordu.
 
Kafamı arkamdaki kapıya sertçe vurdum. “Lanet olsun!” Kendi kendime mırıldanıp sırtımı kapıdan ayırdım.
 
Dışarıda başıboş dolaşamıyordum. Bu canımı fazlasıyla sıkmıştı. Koridoru sinirle adımladım. Hemen sağda salonla birleşik bir mutfak duruyordu. Onun karşısında merdivenler. Burası iki katlı olmalıydı.
 
Buzdolabını açıp yiyecek bir şeyler bulmayı umut ettim. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememiştim. Gözüme ilk çarpan biraydı. Bir şişeyi aldım ve kapağını tezgahta açtım. Koşmaktan dilim damağım kurumuştu. Bu yüzden şişeyi hemen kafama diktim.
 
Buzlukta donmuş pizza vardı. Kağıdını sıyırıp hemen köşede duran küçük fırının içine attım. O olana kadar eve göz gezdirmeye karar verdim. Belki de pizza olana kadar duş almalıydım.
 
Duşumu alıp, koltukta sadece çamaşırımla oturuyordum. Televizyondan biraz haberlere göz gezdirdim. Henüz yeni haber yoktu. Pizzayı koyduğum tepsiyi kucağıma alıp kanalları gezdim.
 
Biraz uyuklamıştım. Kafamı kaldırıp hemen televizyonun yanındaki ufak saate baktım. Gecenin dört bilmem kaçıydı. Ayrıntılara fazla takılmazdım.
 
Uykumu aldığım için evde biraz dolandım. Bir bira daha açtım. Çekmeceleri karıştırdım, yatak ve koltuk altlarını yokladım. Hiç silah yoktu. Bu eve gerçekten bir silah koymayı akıl edememişti.
 
Yatak odasındaki gardırobu açınca bu düşüncem değişti. Bir kapak olduğu gibi silahla doluydu. Gülümsedim. Bunu sevmiştim.
 
Kapağı tekrar kapatıp pencerenin önüne ilerledim. Bir balkona açılıyordu. Kapıyı sürükleyip balkona çıktım. Dolunay vardı. Biramdan büyük bir yudum daha aldım. Boşalan şişeyi mermere bıraktım.
 
Balkona çamaşırımla çıkmayı umursamadım. Bu muhitte kimse yoktu. Evlerin arası metrelerce uzaklıktaydı. Gerçi olsa da fark etmezdi.
 
Havayı iyice soludum. Ne yapmam gerektiği hakkında en ufak fikrim yoktu. Sonra birden bir ses duydum. Bu ses içeriden geliyordu.
 
Adımlarımı seri bir şekilde atıp gardırobun önüne geçmeyi planladım. Fakat o anda kapının önünde Atalay’ı gördüm. Anlamsızca kaşlarım çatıldı.
 
“Atalay?”
 
Sanki beni burada görmeyi beklemiyordu. Şaşırdı. Adımları hızla bana doğru geldi. Dudaklarını dudaklarıma kapadı. Sırtım balkon camına çarptı. Cam sarsıldı. Hırsla dudaklarımı öpüyor, beni sıkıştırıyordu.
 
Karşı koymak istemedim. Gömleğinin düğmelerini açmak sıkıcı gelmişti. Bu yüzden gömleği ikiye ayırdığımda, fırlayan düğmelerin yerde sektiğini duydum.
 
Beni kucaklayıp tekrar cama yasladı. Cam tekrar sarsıldı. Dudaklarımı hem öpüyor hem dişleriyle çekiyordu. Çıplak vücudu vücuduma değiyordu.
 
Altımdaki çamaşırı hırsla çektiğinde kumaşın yırtılma sesi kulaklarımı doldurdu. Bir hareketle çamaşırı söküp almıştı. Ardından baş parmağını bacaklarımın arasına dayadığında nefesimi tuttum. Atalay’ın omuzlarını sıktım. Parmağını orada oyalarken titreyen nefesimi dışarı bıraktım.
 
Atalay dudaklarımı serbest bırakmış beni izliyordu. Hırıltılı nefesini yüzümde hissetmiştim. Başımı iyice cama yasladım. Aralık dudaklarımın arasından kesik nefesler veriyordum. Atalay birden beni yere indirip, vücudumu döndürdü. Sırtımı vücuduna yapıştırdı. Bir elini kasıklarımın üzerinde gezdirirken, diğer eliyle boynumu kavrayıp başımı omuzuna yasladı. Ellerimi destek almak için cama yasladım.
 
Kulağımın dibinde sabırsız alıp verdiği nefesleri hissediyordum. Nefesi saçlarımın arasından gerdanıma vuruyordu. Kollarıyla beni öyle bir sarmıştı ki vücutlarımızın arasından su sızmazdı. Parmakları tekrar yerini aldı. Yüzüme dökülen saçlar, aldığım sık nefeslerden dolayı hareket ediyordu.
 
Atalay parmağını yavaşça içime doğru ittirirken, dudaklarım hafifçe inleyerek aralandı. Kulağımın arkasına içli bir nefes bıraktı. “Beş gündür buraya geliyorum. Yoktun. Aramadın.” Parmağını tekrar içime ittirirken topuklarımı havalandırdım. Kasıklarım ve eklemlerim sızlıyordu. “Neredeydin?” Sesi gittikçe kısıldı. Ardından beni bıraktı.
 
Beni tekrar kendine döndürdü. Benimle birlikte o da döndü. Bu kez onun sırtı cama bakıyordu. Benimle oynuyordu ve bu benim hoşuma gidiyordu. Kimse benim üzerimde oyun oynamaya cesaret edemezdi. Atalay’a vücudumu teslim etmiştim. Ne yapsa kabul ediyordum.
 
Yüzümü sertçe avuçladı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Üzerime doğru yürüdüğünde adımlarım geriledi. Burnu burnuma değiyordu. Dudakları neredeyse dudaklarıma değecekti. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Atalay ise hırsla nefes alıp veriyordu.
 
“Günlerdir senden haber bekledim.” Sonra sertçe dudağımı yakaladı. Sanki benden hırsını almak istiyordu. Bacaklarım yatağa çarptı.
 
Sırtım yatakla buluşurken Atalay alt dudağımı ısırarak ayrıldı. Göğsümden aşağı doğru öpücükler bıraktı. İçimde sanki her an patlamaya hazır bir volkan vardı.
 
Parmakları tekrar devreye girdi. Ardından içeri yavaş yavaş girdi. Dudaklarımı dişlerken, yatağa parmaklarımı geçiriyordum. İçeri ve dışarı devam etti. Daha sonra nefesini bacak aramda hissettim. Tüylerim ürperdi.
 
“Beni habersiz bıraktın...” Ardından dudakları sıcak tenime dokundu. Büyük bir inleme bıraktım dudaklarımdan dışarı. Belim yukarı doğru kavis alırken çarşafı avucumun içinde parçalayacak gibi sıkıyordum. Tekrar ve tekrar dudaklarını çekmedi.
 
Birden durdu. Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Atalay yanıma elini koyarken yukarıdan bana baktı. Diğer elini diğer yanıma. Eğildi ve dudaklarımı öptü. Sonra hızlandı. Belimi ve kalçamı tutup vücuduna yapıştırmak istiyor gibi kendine çekti.
 
Pantolonun kemerini söktü ve çıkarıp attı. Dudaklarını ayırıp yüzüme baktı. Baş parmağını alt dudağıma bastırırken kasıklarımın üzerindeki baskıyla kısık bir inleme bıraktım. Daha çok beni izlemekten zevk aldığını anlamıştım. İleri ve geri devam etti.
 
Bir kadını tatmin etmek çok kolaydı. Ama haz dolu bir sevişme yaşatmak ayrıcalıktı. Kadının tadı damağında kalırdı, ve her zaman o haz dolu sevişmeyi yaşamak isterdi.
 
Atalay ile sabaha kadar seviştik. Yatakta, banyoda, koltukta, masada... Tıpkı ona söz verdiğim gibi. Sabaha kadar...
 
Koltukta üç saat uyumuştum. Bu bana yetmişti. Çamaşırımla yattığım için üzerime bol siyah tişört geçirdim. Çıplak yatmayı severdim.
 
Buzdolabını açıp içinden bir bira aldım. Kapağını tezgaha dayayıp açtım. Bir yudum alıp tezgaha bıraktım. Peynir, zeytin, reçel bir sürü şey vardı. Soğuk sandviç çıkarıp birayla yemeye karar verdim.
 
Sandviçi yerken tezgahın üzerindeki ıvır zıvırı karıştırdım. Baharat kutuları ve yağ şişeleri. Atalay’ın ayak seslerini duydum. Başımı ona çevirip tekrar önüme döndüm. Kolunu belime dolarken arkama geçti. Ellerini tişörtümden içeri soktu. Yavaşça göğüslerime ilerledi.
 
“Kaç kere seks yaptığımızdan haberin var mı?”
 
“Sayamadım.” Dedi içini çekerek. Kulağımın arkasına bir öpücük bırakırken geri çekildi. Tezgahın üzerindeki biramı alıp kafasına dikti.
 
Kaşlarımı çattım. “Hey o son biraydı!”
 
“Daha kaliteli olanı ısmarlarım.” Ciddiyetle omuzlarını dikleştirdi. Sandviçim bittiği için mutfaktan çıktım. Kendimi yattığım koltuğa bıraktım. Atalay yanımdan geçerken birayı bana uzattı.
 
Birayı kafama dikerken bacaklarımı yandaki koltuğa uzattım. Atalay ise ciddiyetle karşımdaki tekli kanepeye oturdu.
 
Islanan dudaklarımı yaladım. “Ne yapmayı planlıyorsun?”
 
“Burada kalmaya devam et. Kimse seni burada bulamaz.”
 
“Sıkıcı.” Diye mırıldandım. Tekrar birayı kafama diktim.
 
“Öyle mi?” dedi kızgınlıkla. “Senin aklındaki ne?”
 
Elimdeki birayı kaldırıp hafifçe salladım. “Bir bara gidip kaliteli bir şeyler içmek.”
 
"Kaç gündür neredeydin?"
 
"Sokakta." Umursamaz bir şekilde omuzumu silktim. "Merak etme ilk defa sokakta kalmıyorum. Alışkınım."
 
Birkaç saniye beni inceledi. “Zeynel dışarıda bekliyor.”
 
“Gidecek misin?” Diye sordum. Kışkırtıcı bir ses tonuyla.
 
İşaret parmağıyla alt dudağı sıvazladı. Ardından çenesine yasladı. Hala beni inceliyordu. “Kalmayı çok istiyorum.” Sesi sertti. “Ama aranan bir suçlusun. Seni riske atmak istemiyorum.”
 
Ufak bir tebessüm ederken birayı dudaklarıma götürdüm. Atalay’ın telefonu çaldı. Derin bir nefes alıp verirken pantolonun cebinden telefonunu çıkardı. Hızlıca kulağına koydu.
 
“Dinliyorum... Benden haber bekle.” Telefonu kapatıp cebine koydu. “Muğla’ya gidiyoruz.”
 
“Muğla?” diye mırıldandım.
 
“Senin adamı bulmuşlar. Serkan Güney’i.”
 

Kana Bulanan Bedenler ♠️ (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin