Nasıl buna katlanılır ki? Senin için çok değerli olduğunu anladığında neden hep çok geçtir? Neden kalbimizdekileri gururumuzu bir kenara bırakıp da söyleyemeyiz?
Pişmanlık... Vicdan azabı... Yarım kalmış bir hikâye, yanlış kararlar ve çekilen onca acı. Şimdi durup bakıyorum da bütün bunlar ne içindi? Kimdim ben, peki ya şimdi kimim? Ne için, kim için yaşıyorum? Hiçbir kelime yerini bulamamışken, hiçbir söz kalpten çıkmamışken, buna rağmen can yakmışken ve her dokunuş sadece acı vermişken neden... Neden yaşıyordu ki insan? Ya da bu şekilde nasıl yaşıyordu?
Buz gibi hastane koridorunda büyük harflerle "yoğun bakım" yazan kapının önünde çaresizce beklerken bütün bunları düşünüyordum. Şu an Rüzgar için hiç endişelenmediğim kadar endişeleniyorken biri sorsa belki bunu inkâr edecektim. İşte sorun da tam buradaydı. Onu affetmemem gerektiğini bildiğim halde şimdi kalbim buna karşı geliyor, onu yok sayıyordu ama bunu kimselere de söyleyemiyordu. Kendine bile.
"Hayır ona çok kızgınım, ondan nefret ediyorum!" diye bağırsa da aklım, kalbim çoktan onu ezip geçmişti. Yanaklarımdan hiç durmadan süzülen gözyaşları da onun suç ortağıydı. Omzumda hissettiğim bir dokunuşla başımı yavaşça yana çevirdim.
Toprak fazlasıyla endişeli bir ifadeyle, "İyi misin?" diye sorunca hiç konuşmadan başımı iki yana salladım. Değildim, hiç iyi değildim. Çok üzgündüm, kalbim acıyordu endişeden ve kendime ihanetimden. Böylesine acı dolu hissederken bir yandan da gururumu hiçe saymanın ağırlığı altında eziliyordum. Kocaman bir ikilem okyanusunda boğuluyordum. Buna rağmen geçen her saniye o kapıdan birileri çıkıp da, "O iyi!" demedikçe ben her şeyi unutup sadece Rüzgar'ın iyi olması için dua ediyordum.
Toprak bunu hissetmiş gibi aklımı toparlamam için birkaç saniye sessizce bekledi. Sonra da yüzüne dümdüz bir ifade yerleştirerek, "O öldü!" dedi.
Ne hissetmeliyim hiç bilmiyordum. Nasıl olursa olsun ya da kim için olursa olsun ölüm kelimesi her zaman buz gibi eserek tüylerimi ürpertirdi. Bazen de boğazıma bir yumru gibi saplanıp nefessiz bırakırdı. Tıpkı ailemin öldüğünü öğrendiğimde olduğu gibi. Ama şimdi kalbimde en ufak bir his bile yoktu.
Sessizliğimi bozarak en az Toprak'ın yüzündeki ifade kadar düz bir ifadeyle, "Bu kaderi o seçti!" dedim.
Toprak daha da endişeli bir tonda emin olmak istercesine, "İyi olacak mısın?" diye sorunca başımı kaldırıp gözlerine baktım.
"Evet, iyi olacağım!"
Dudaklarımdan dökülen bu kelimelerin daha inandırıcı olması için emin bir tavırla başımı aşağı yukarı salladım. Toprak sıcacık dokunuşuyla kolumu sıvazladı ve ardından koridorun sonunu işaret ederek, "Polisler seninle konuşmak istiyor." dedi. Hemen ardından cevap vermemi bile beklemeden ekledi: "Eğer istemiyorsan bunu sonra da yapabiliriz."
Başımı iki yana sallarken, "Hayır!" diye fısıldadım. "Şimdi konuşacağım."
"O şerefsizi öldürdüğüm için pişman değilim! Bunu çoktan hak etmişti!"
3 saat önce...
"Lütfen, lütfen aç gözlerini. Gidemezsin, böyle ölemezsin!"
Ne kadar çok haykırsam da biliyorum bir faydası yoktu. Rüzgar yanıt vermeyecekti. Çaresiz ve korkmuş küçük bir kız çocuğu gibi ağlayan gözlerimi Toprak'a çevirerek, "Abi bir şey yap, o uyanmıyor!" diye yalvarırcasına haykırdım.
Toprak telefonunu bulmak için hızlıca ceplerini karıştırmaya başladı. O da fazlasıyla paniklemişti ama belli etmemeye çalışıyordu. Az sonra telefonu bulunca hızlıca ambulansı aramaya çalıştı.
"Bırak o telefonu!"
Mert'in kükreyen sesiyle Toprak öylece kalakaldı.
"Biraz daha beklersek o ölecek!"
Toprak'ın bu söyledikleri Mert'in umurunda bile değildi. Yüzüne yerleştirdiği iğrenç bir gülümsemeyle, "Benim istediğim de bu!" dediğinde öfkeyle ona baktım.
"Nasıl bu kadar alçak olabiliyorsun!"
Sesimdeki aşağılayan ton Mert'in pek hoşuna gitmemiş olacak ki yüzü bir anda gerildi. Kaşlarını çatarak birkaç saniye sessizce bana baktı. Az sonra buz gibi çıkan sesiyle, "Kalk ayağa!" diye emretti. "Benimle geleceksin!"
Duyduklarıma inanamayarak, "Asla!" diye haykırdım.
Mert elindeki silahı bana doğrultarak kükrercesine bağırdı. "Kalk!"
Onu görmezden gelerek kucağımda hareketsiz yatan Rüzgar'a baktım. Yanağını yavaşça okşarken çaresiz ve yalvarırcasına çıkan bir ses tonuyla, "Hadi uyan artık!" diye fısıldadım.
Mert onu görmezden gelmeme sinirlenerek hızlı adımlarla aradaki mesafeyi kapattı ve hemen yanıma gelip beni sertçe kaldırdı.
"Dokunma bana şerefsiz pislik!"
Elinden kurtulmak için çırpınırken Toprak da hızla yanımıza geldi. Mert bu defa silahı ona doğrultarak, "Geri çekil!" diye bağırdı. Toprak'ın onu dinlemeye hiç niyeti yoktu. Kendisine doğrultulmuş olan silahı umursamadan bir adım daha atınca Mert'in, tetiğin üzerindeki parmağı acımasızca kımıldadı. Hiç düşünmeden silahı tutan kolunu hızlıca yukarı kaldırdım. Kulakları sağır eden silah sesi bütün evde ikinci kez yankılanırken Toprak hızlı bir hareketle Mert'in üzerine atıldı.
Mert'in beni sıkı sıkı kavrayan elleri gevşediğinde bana dokunmasına daha fazla tahammül edemeyerek hemen geri çekildim. Toprak hiç fırsat vermeden sağlam bir yumruk geçirince Mert'in elindeki silah bir kenara fırladı. Toprak ikinci bir yumruk için kendini hazırlamıştı ama Mert daha hızlı davranarak karnına sert bir tekme attı. Toprak sanki nefes alamıyormuş gibi bir hırıltı çıkararak yere diz çökünce ona doğru koştum. Daha ikinci adımımda suratıma yediğim yumrukla bir kenara savruldum. Düştüğüm yerden yavaşça başımı kaldırırken acıyla yüzümü buruşturdum. Suratımda başlayan keskin ağrı sanki yavaş yavaş bütün vücuduma yayılıyordu. Bu sırada Mert eline aldığı bir sandalyeyle Toprak'ın üzerine doğru yürümeye başladı.
"Dur, yapma!" diye haykırdım ama beni duymazdan gelerek yürümeye devam etti. Kalkıp Toprak'a yardım etmem gerekiyordu ama kendimde kalkacak gücü bulamıyordum. Destek almak istercesine elimi yere yasladığımda hissettiğim soğuk metalle irkildim. Ne olduğunu anlamam için bakmama gerek yoktu.
Hiç düşünmeden silahı elime aldım, "Dur!" diye bağırdım. Yavaşça ayağa kalkıp titreyen adımlarla Mert'e doğru birkaç adım attım. Mert beni –elimdeki silahı– fark edince elindeki sandalyeyi yavaşça indirdi. Yüzüne yerleştirdiği alaycı bir gülümsemeyle, "Onu nasıl kullanacağın hakkında en ufak bir fikrin bile yok!" diyerek kahkaha attı.
Evet, nasıl kullanacağımı bilmiyordum, bu bir gerçekti ama mecbur kalırsam şu an burada öğrenebilirdim. Kendimden emin bir tavırla silahı ona doğrultarak, "Geri çekil!" diye emir veren bir tonda bağırdım.
Mert önce yerde acıyla kıvranan Toprak'a baktı sonra da alaycı bakışlarını bana çevirdi. "Beceriksiz iki kardeş bana kafa mı tutuyor yani!"
Yüksek bir kahkaha atıp bakışlarını tekrar bana çevirerek, "O tetiğe basamazsın!" dedi ve elindeki sandalyeyi tekrar havaya kaldırdı. Şu ana kadar hiç farkına varmadığım bir Deniz ortaya çıkarak hayran bırakan bir soğukkanlılıkla ardı ardına tetiğe basmaya başladı. Daha birinin sesi kesilmeden ikinci bir patlama duyuluyor, bütün öfkesini adeta silahtan çıkan her kurşunla dışa vuruyordu.
Ben Deniz Ulusoy, bugün sevdiklerimi korumak adına hiç düşünmeden tetiğe basacak kadar öfkemin esiri olmuştum. Pişman olacak mıydım, asla! Tetiğe her bastığımda aklımdan geçen tek şey bunu hak etmiş olmasıydı. Bu kaderi kendisi seçmişti.
...
Koridorun sonuna doğru yürürken kendilerine yaklaştığımı fark eden iki polis memuru aralarında konuştukları ciddi muhabbeti keserek bana baktılar. Fazlasıyla zayıf olan ve ona en az iki beden büyük gelen bir deri ceket giyinmiş olan memur gayet samimi bir ses tonuyla, "Deniz Hanım eğer kendinizi iyi hissediyorsanız birkaç soru sormak istiyorum." dedi.
Ben daha cevap vermeden sinir bozacak kadar kaba olan diğer memur, "Bir sürü işimiz gücümüz var. Kimsenin keyfini bekleyemeyiz!" diye söylendi. Umursamaz bir tavırla birkaç saniye ona baktım. Çatılmış kaşları ve gergin suratıyla işini fazlasıyla ciddiye alan bir memur olduğu bariz bir şekilde ortadaydı.
"Ne öğrenmek istiyorsunuz?"
"Şöyle oturun isterseniz." diyen sıska memura elimi geçiştirircesine sallayarak, "Gerek yok!" dedim. "Neyi öğrenmek istiyorsanız sorun ama abim zaten her şeyi size anlattı. Ondan farklı bir şey söyleyecek değilim. Ayrıca yazılı ifademi de verdim."
"Evet, Toprak Bey olayı bize anlattı ama aklıma takılan, ne bileyim yerine oturmayan taşlar var."
Sıska memur sıkıntılı bir tavırla lafı geveleyince anlamak istercesine, "Neymiş o oturmayan taşlar?" diye sordum. Diğer memur hemen lafa atlayarak, "Bunun bir aldatma ya da kıskanç eski sevgili vakası olup olmadığını öğrenmek istiyoruz." deyince şaşkınlıktan ve öfkeden kocaman olmuş gözlerimi ona diktim.
"Siz ne saçmalıyorsunuz!"
Sesim hastane koridorunda yankılanacak kadar yüksek çıkmıştı.
"Sakin olun lütfen. Sadece konuya açıklık getirmek istiyoruz."
Ortam fazlasıyla gerilmişti. Onlara tek bir kelime dahi söylemek istemiyordum. Birkaç derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştım.
"Ben yazılı ifademi zaten verdim. Bunun bir nefsi müdafaa olduğu apaçık ortada. Söyleyecek başka bir şeyim yok!"
Hızla arkamı dönüp ilerlemeye başladığımda sıska memur, "Yanlış anladınız..." diye açıklama yapacak oldu ama onu dinlemeye hiç niyetim yoktu. Aklım Rüzgar'dayken başka şeylerle uğraşmak istemiyordum. Yoğun bakımın önüne geldiğimde bir hemşire telaşla odadan çıktı. Onu durdurmak istemiştim ama hızla yanımdan geçince bu pek mümkün olmamıştı. Az sonra yine aynı telaşla dönünce bu defa hızlı davranarak onu durdurdum.
"İçerideki benim kocam. Lütfen bir şey söyleyin, neler oluyor?"
Alnındaki boncuk boncuk terler hemşirenin pek de iyi bir gece geçirmediğini bariz bir şekilde gösteriyordu. Peki ya benim için? Endişeden ve kaybetme korkusundan cayır cayır yanan yüreğimi görseler anlarlar mıydı nasıl bir gece geçirdiğimi?
Hemşire telaşla, "Kan!" dedi. "Acil kana ihtiyacımız var ama elimizde yeteri kadar yok!"
"Dejavu!" dedim içimden.
Ne kadar da tanıdık gelen cümlelerdi bunlar. Ben bu sahneyi daha önce de izlemiştim. Gözlerim Toprak'ı aradı hemen. Arkamı döndüğümde onun da bana baktığını gördüm. Duymuştu hemşireyi ve biliyordu az sonra ondan ne isteyeceğimi. Bir kez daha isteyebilir miydim? "Abi, kurtar onu!" diyebilir miydim? Toprak kabul etse peki ya sonrası?
Olanları hatırlayınca bütün bedenimi korkunç bir titreme sardı. Rüzgar, Toprak'ın kan verdiğini öğrendiğinde öfkeden gözü kararmıştı. Canımı yakmıştı hiç yakmadığı kadar. Aşağılamıştı beni, yerin altına girmeyi isteyeceğim kadar. Şimdi sanki her şeyi başa sarmıştık ve yine aynı sahneleri oynayacaktık. Bir kez daha kaldıracak güce sahip değildim, bunu biliyordum. Ne yapacağımı bilemez bir halde başımı öne eğdim. Çaresiz ve hatırlanan o karanlık anıların ağırlığıyla bir damla kayıp gitti yanaklarımdan.
Hemşire daha fazla soru sormayacağımı anlayıp yoğun bakım kapısına yöneldiğinde, "Bekleyin!" diyen Toprak'ın sesiyle dönüp ona baktı. Ben de anlamaya çalışırcasına kaşlarımı çatarak ona baktım.
"Bizim kan grubumuz aynı, ben kan verebilirim."
Şaşkın ve hayran bir şekilde öylece bakakaldım. Toprak, ben daha hiçbir şey söylemeden Rüzgar'a ikinci defa kan verecekti.
"Abi!" diye şaşkınlığımı dile getirircesine fısıldadım.
Toprak derin bir nefes alıp aradaki mesafeyi kapattı. Yavaşça beni kendine çekip sarılınca gözyaşlarım istemsizce akmaya başladı. Kollarımı kaldırıp ben de ona sarıldım.
"Teşekkür ederim abi, teşekkür ederim!"
Toprak sıkıntılı bir iç çekip, "Sen böylesine perişan olmuşken nasıl ona yardım etmeyeyim? Evet ona çok fazla öfkeliyim, bütün bu olanlar sadece onun yüzünden ama onun için ağladığını görmeye de dayanamıyorum balım." dedi.
"Lütfen benimle kan alma odasına gelin."
Hemşirenin sesiyle Toprak geri çekilerek alnıma sıcacık bir öpücük kondurdu. "Ben birazdan geleceğim." diyerek çoktan yürümeye başlayan hemşireyi takip etti.
Ne kadar çok yorgun hissediyordum. Bütün bu yaşananların altında eziliyordum sanki. Bacaklarımın titrediğini hissettim. Destek almak istercesine sırtımı buz gibi duvara yasladım. Bu soğukluğu hissetmek bir nebze olsun iyi gelmişti. Bu sırada, "Deniz?" diye endişeyle haykıran Gökalp'in sesi bütün koridorda yankılanınca başımı kaldırıp ona baktım.
Koşarak yanıma geldi ve "Neler oluyor? Rüzgar'ı aradım ve telefonu polisler açtı. Burada olduğunuzu söylediler..."
Gökalp nefes bile almadan telaşlı bir tonda konuşmaya devam ederken bütün soruların tek cevabı oymuş gibi, "Mert!" dedim.
Gökalp bir anda susup kaşlarını çatarak sorarcasına tekrarladı: "Mert?"
Olumlu anlamda başımı sallarken, "Evet." dedim. "Dağ evine geldi. İntikam almak için." Sonra başımı yoğun bakım yazan parlak yazıya çevirdim ve ekledim: "İkimizden de."
Gökalp yaşadığı şoku başını silkeleyerek atmaya çalıştı. Sonra yüzüne daha önce birkaç defa gördüğüm ve tekrar görmek istemeyeceğim o karanlık ifadeyi yerleştirerek, "Nerede o şerefsiz?" diye sordu.
Dümdüz çıkan sesimle, "Öldü!" dedim.
Gökalp hiç şaşırmayarak, "Bunu yaptıktan sonra Rüzgar onu tabii ki yaşatmayacaktı." deyince yine aynı soğuk ifadeyle, "Onu ben öldürdüm!" dedim.
İşte buna gerçekten de çok şaşırmıştı. O karanlık ifade yerini şaşkınlıktan kocaman olmuş gözlere ve aralanmış dudaklara bıraktı.
"Ne yaptım dedin?"
Aslında ne dediğimi gayet iyi duymuştu ama tekrar duymaya ihtiyacı vardı. Başımı kaldırıp gözlerine baktım.
"Ben öldürdüm onu!"
Gökalp birkaç saniye tepkisiz bir şekilde öylece bana baktı. Açıklama yapmak zorunda hissettiren mavilerinden gözlerimi kaçırırken, "Yapmak zorundaydım." dedim. "Yoksa o sevdiklerime daha fazla zarar verecekti."
Gökalp ne diyeceğini bilemez bir halde ellerini hızlıca kısacık saçlarından geçirdi. "Kahretsin! Orada olmalıydım, yanınızda olmalıydım."
"Ben de arayan kişinin sen olmasını dilemiştim." diye geçirdim içimden. Belki o zaman bütün bunlar olmazdı. Rüzgar vurulmazdı, Toprak beni görmesini asla istemediğim bir vaziyette görmezdi ve ben, ben katil olmazdım. Bütün bunlar için elbette Gökalp'i suçlamıyordum. Yine de başka bir yol daha olabilirdi diye düşünmeden de edemiyorum. Mert'i öldürdüğüm için pişman olmayacağım dediğimi biliyordum ama ben asla bu kadar kötü bir insan olmadım. Birini öldürmek isteyecek kadar ondan nefret etmek...
Hiçbir bahane bir cinayeti teselli edemezdi. Birini korumak için biri ölüyorsa bu dünya gerçekten de çok kötü bir yer olmaya mahkûm edilmişti. Ya da insanlar artık bunu yapacak kadar karanlık kişiliklere sahip oluyorlardı.
Onlardan biri olmak istemiyordum. Buna rağmen birini öldürmüştüm. Sanırım ben çoktan o hiç girmek istemediğim karanlık dünyaya girmiştim.
Zaten titreyen bacaklarım daha fazla titremeye başlayınca yardım istercesine, "Gökalp?" diye mırıldandım. Gökalp başını benden tarafa çevirdiğinde zemin sanki hızla ayağımın altından çekilmiş gibi hissettim ve kendimi yere düşerken buldum.
Gökalp hızlı bir hareketle beni yakalayarak olası bir sert düşüşü engellemişti. Onun kolları arasındayken daha fazla açık tutamadığım gözlerimi kapattım. Buz gibi bir karanlık sanki fırsat kolluyormuşçasına bütün bedenimi ele geçirdi. Onca yaşanandan sonra hâlâ ayakta durabildiğime şaşırıyordum zaten. Sanırım alışıyordum Rüzgar'ın karanlık dünyasına. Ya da değişiyordum, bambaşka bir Deniz'e doğru hızla değişiyordum.
Evet Wattpad ailem. Israrınızı elbette kıramadım. Bu bölümü yazarken Deniz'in yorgunluğu benim üzerime de çökmüştü. Ayakta dimdik durmak her gecen saniye zorlaşıyormuş gibi hissetmiştim. Sizler neler hissediyorsunuz bakalım
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KURBAN
RomanceWATTYS 2017 KAZANANI✓✓ "Nefrete KURBAN Edilmiş Bir Aşk, Sizce Galip Gelebilir Mi?" Bir tarafta Toprak'a doğrultulmuş bir silah diğer tarafta ise Rüzgar ile evlenmek.... Bu nasıl bir ikilem. Bu nasıl bir çaresizlik. ...