faith

91 24 48
                                    

Merhabaa! Kurguya ilginin biraz olsun arttığını görmek beni çok mutlu ediyor, hemen yazmak istiyorum. Aslında oldukça da uzun yazıyorum, umarım gidişattan memnunsunuzdur, iyi okumalar! PS; bu bölüm, değerli yorumları ve ayırdığı vakitle beni çok mutlu eden ve yazmak için bana çok büyük bir ilham veren tatlış okurum için:") iyi ki geldin, hoş geldin!

Aşkın insana neler yaptırabileceği hakkında binlerce şey işitmiş veya okumuşuzdur. En korkunç ve kanlı savaşlardan, en güzel ve duygusal şiirlerin yazılmasına kadar her şey aşkın hem sebebi hem sonucudur. Kimilerine göre nikotinden ve tüm uyuşturucu maddelerden daha arsız bir bağımlılık, kimilerine göre hayatın anlamı olarak adlandırabildikleri tek şey, kimilerine göre ise hormonlarımızın küçük ve aldatıcı bir oyunudur.

Benim içinse aşk, bana yüzyıllar gibi gelen ama ortalama bir insan ömrüyle kıyaslandığında oldukça kısa kalan birkaç senedir aklımızın bile almayacağı ve yüzyıllar sonra bile keşfedileceği kesin olmayan gezegen sistemleri kadar uzaktaydı. Orada olduğunu ve bir gün varlığından emin olabileceğim kadar yakınımda olacağını biliyor; yine de onu hatırlamıyordum.

Öyle ki, bu duygunun hayatımdan çekilme şekline baktığımızda hafızamın hatırlamamı pek de mümkün kılmaması, delirmemem için geliştirdiğim bir savunma mekanizması olarak bile görülebilirdi.

Asistanı olduğum genç doçentle yaşadığım ve benim için Romeo ve Juliet'ten, Truvalı Paris ve Helen'den veya Titanik'in Rose ile Jack'inden aşağı kalır bir yanı olmayan o destansı aşk; önce kariyer basamaklarını yükselmek adına bu ilişkide bulunduğuma dair dedikodulara, sonra da sevdiğim adam tarafından uğradığım saldırıya kurban edilmişti.

Ashton Irwin, benim ruhumu birkaç dakika içerisinde ömür boyu toparlanamayacak kadar küçük parçalara ayırmış ve sanki parçaları yeterince küçük bulmamışçasına ukala bir tavırla onların üzerine basmayı ihmal etmemişti. Yaşadıklarımı açıkladığım her dostumdan, meslektaşımdan aldığım tepki ise, daha da parçalanamam dediğim an daha fazla parçalanabileceğimi öğretmişti bana.

Hemcinsim olan meslektaşlarımın ve diğer asistan öğrencilerin ise kendi kariyerlerinden olmamak için başlarını eğerek susmaları ve zorunda olduklarını bilsem de büyük bir korkaklık örneği gösterdiklerini düşünmeme engel olamadığım şekilde beni yalanlamaları; bardağı taşıran son damla olmuştu.

Kendimi toparlayıp da bir daha adımımı atamayacağımı düşündüğüm kampüsten içeri girebilmem yıllarımı almış olsa da, bu süreçte yerden ruhumun parçalarını toparlayıp kırık bir vazoyu birleştirir gibi birleştirmeyi başarabilmiştim.

Yerde bıraktığım parçalara nazaran sağlam kalan bu yamalı parçayı nasıl iyileştireceğimi ve tamamlayacağımı hiç öğrenememiş olduğum ise apayrı ve başlı başına trajik bir gerçeklikti.

Üzerine gidemedim, unutamadım veya kaçamadım.

Alaycı gözlerin ve yaşananları yeniden yaşatıp kabuk bağlaması gereken bir yarayı eskisinden de acı verecek şekilde kanatmak istercesine yapılan sorguların ruhumda açtığı yara hiç kabuk bağlamıyordu.

Bu yaraları defalarca kez pişmanlık nehirlerinde yıkayıp güneşin en kavurucu anlarında kuruyup kabuk bağlamaları için gün yüzüne çıkarsam da; olmuyordu. Bazı yaralar, açık kalıyordu.

Sue ise henüz kabuk bağlamayan hiçbir yara almamıştı.
Hala gerçek aşka ve bir beyaz atlı prense dair duyduğu derin inancı dile getirmeyi olgunluğuna yakıştıramıyor olsa da; aradığının bu olduğunu onu biraz olsun tanıyan herkes gibi, en iyi tanıyan ben de biliyordum. O, söylemediklerini kendisinden dinleyecek, o henüz konuşmadan onu anlayacak birini bekliyordu.

Under Her Spell /m.c.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin