Selam! Bölümlerin arası oldukça açıldı, farkındayım ve üzgünüm. Bu yaz sonuna kadar kurguyu bitirmeye çalışacağım, bahsettiğim ve bildiğiniz sebeplerden dolayı. Kabul süreci, vize başvuruları, ders seçimleri ve yurt kayıtları derken maalesef biraz yoğun bir süreçten geçiyorum. Anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim, iyi okumalar!
Ayrıcaa yeni iki tatlış okurumuz var, bu bölümü onlara ithaf edip teşekkür etmek istiyorum. Hoş geldiniz! bloveseveryone whydothisshadow
Kulaklarımdaki inatçı uğultu, duyularıma neredeyse ulaşamamama neden olacakken duraksayıp yanımdaki yaşlı çam ağacına tutundum. Küçükken ve henüz kendi tarihim, elimdeki güç ve yapabileceklerim arasındaki bağlantıyı kuramadan kendimi aidiyetsiz hissederken; yani tam da bu gibi anlarda annemden neler öğrendiğimi hatırlamaya çalıştım.
"Dur, soluklan ve Tanrıçaların gücünü hissedene kadar bekle."
Annemin Rusya'nın neredeyse her yerini sarmış olan geniş buğday tarlalarının sarı örtüsünde küçük ellerimi kendi avuç içlerine alarak mırıldandığı sözcükler kafamın içine doluşunca duraksadım. Derin bir nefes aldım, sonra bir tane daha.
"Biz büyücü değiliz."demişti, "Biz cadıyız ve biz hayatta kalmak zorundayız. Bu yüzyıllardır değişmedi, değişmeyecek."
Şimdiyse etrafım sarı değil yeşil rengin hakimiyeti altındaydı. Gökyüzü ait olduğum toprakların güneşinden herhangi bir iz taşımayan donuk bir griyi koruyordu ve annem yanımda değildi. Ellerimi annemin avuçlarına bırakır gibi toprağa bırakarak yere çöktüm ve nemli, serin otlarda elimi gezdirdim.
Kendi gücümü ne zaman hissedecektim?
Parmaklarımı avuç içlerime hapsedip bir avuç toprakla birlikte ellerimi de sıkarken derin bir nefes daha almaya çalıştım.
Annem bana her şeyi öğretmişti. Yirmi birinci yüzyılda doğaya bağlı bir hayat süren ve gücünü oradan alan ve yine tüm bunlara rağmen modern hayata entegre olmak zorunda kalan bir cadı olmanın nasıl olacağını; kendimi nasıl koruyacağımı, nasıl yaralarımı tedavi edeceğimi, görülerimi açıp tehlikeleri sezebileceğimi, yaralarımı dikeceğimi, yemeğimi pişireceğimi, hangi otların yenip hangi mantarların zehrinin nasıl söküleceğini, hatta yılan sokmalarına karşı ne yapmam gerektiğini.
Haklıydı. Her yüzyılda olduğu gibi, bu yüzyılda da bir kadın olarak hayatta kalmak zorundaydım. Rusya'da veya Almanya'da, önemi yoktu. Pagan veya Hristiyan, farketmezdi.
Yine de, bana başkalarını nasıl korumam gerektiğini hiç öğretmediğini farkedememiştim. Michael'ı tanıyana, daha doğrusu hayat beni Michael'ın önüne çıkarana kadar, korumam gereken kimse de olmamıştı.
Şimdiyse, tüm bu bilgilerimin hiçbir işe yaramadığı bir noktada toprağa çökmüş kendime onu korumaya devam etmek adına bir güç arıyordum. Kendime geçmişimi hatırlatıyor, ne kadar güçlü olduğumu anımsamak ve benimsemek için uğraşıyor ve durmadan onu çağırıyordum.
Çaresiz tüm kadınların en derin, en karanlık anlarına ışık olan Kurt Kadını. İçimizdeki vahşi tanrıçayı.
Ama ona ulaşamıyordum.
Ne ağaç gövdelerinde, ne koşarken yüzümde hissettiğim rüzgarda, ne nemli toprakta ne de soluduğum havada.
Çaresizliği peşinde sürükleyen bir başarısızlığın etkisiyle dolan gözlerimi gökyüzüne kaldırırken, onu aramaya devam ettim. Beni duyduğunu biliyordum. Çaresiz anlarımda orada olduğunu ve tabanlarıma, avuçlarıma, yumruklarıma ve dizlerime kuvvet verdiğini biliyordum. Çocukken oradaydı. Henüz bir öğrenciyken hayatımın aşkı olduğunu zannederek her türlü suistimaline göz yumduğum Ashton, benim irademi yok sayarak hayır dediğim noktada bana dokunmaya devam ettiğinde oradaydı. Calum Hood, beni geçmişimle tehtid ederek bir bilim insanı olduğum gerçeğini yok saydırmakla ilgili üzerime geldiğinde oradaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Under Her Spell /m.c.
Fanfiction"Şimdi onun büyüsü altındayım, bir yalana kısıldım kaldım. Ateşe bu kadar yakın durmamalıydım."