Merhaba! Yemiyor, içmiyor, yazıyorum gerçekten. Yine de çok güzel ve düzenli okuyarak buna sebep olduğunuz için teşekkür ederim. Umarım beğenirsiniz, iyi okumalar!
PS; Luke'u özleyenleri böyle alalım!
"Almanya'da bu mevsimde bu kadar güneşli, sıcak bir gün bulabildiğimiz için şanslıyız."
Luke, kırmızı geniş montuna daha sıkı sarılırken yüzünü buruşturdu. Mavi gözleri, benim mutlulukla baktığım gökyüzünde parlayan kış güneşine çevrildi ve "Evet, güneşli bir gün.."dedi, "Ama asla sıcak değil."
"Mevsim normallerinin üzerinde."
Termostaki kahveyi artık boş olan karton bardaklarımıza eşit şekilde dökerken, eksi beş derecede sokakta kalmış gibi titremekte olan bedenine kaçamak bir bakış attım. "Titreyip durma artık, iki metrelik kocaman bir bebek gibi gözüküyorsun!"
Kahveye onu sıcak tutabilecek bir can simidiymiş gibi hızla sarılıp karton bardağı uzun parmaklarıyla kavradığında gülümsedim. "Ayrıca siz Almanların sıcaklık kavramıyla ilgili gerçekten problemleriniz var."
Ona bu cümleyi kurunca aklım havanın güzelliğinden ve kenarında bulunduğumuz akarsuyun dinginliğinden, Rusya'da ne yaptığını bilmediğim Sue'a çekiliverdi. O da Luke gibi, mevsim normallerinde seyreden sıcaklıkları abartır ve durmadan üşürdü. Rusya'da soğuğun şiddeti yüzünden kıyameti koparıp neredeyse on kat giyineceğine emindim ama bunu doğrulayamıyordum çünkü ondan haber alamıyordum.
Onun Rusya'ya gittiği günden beri geçen iki gündür yıllardır yapmadığım şeyi yapıp kendime bir telefon edinmeyi bile düşünmüştüm. Onun iyi olduğundan emin olmalıydım. Buna ihtiyaç duyuyordum.
"Güzel hava, her yerde güzel havadır. Kampüste de olabilirdik."
Luke, havayla ilgili sürdürmekte direndiği sohbetimizle ilgili bir cümle daha kurduğunda bakışlarımı kahvemden çekip, memnun olmadığını haykıran yüzüne çevirdim. "Hayır olamazdık."
Kızaran küçük, şekilli burnunu kırıştırırken bakışlarını birkaç metre ötemizdeki akarsuyun yeşil sularına çevirdi. Neyden ve kimden bahsettiğimi anlayınca, "Evet.."dedi, "Olamazdık."
Calum'un neredeyse her anını Sue'un yokluğunu da fırsata çevirerek yanımızda geçirdiği ve tüylerimi diken diken eden bakışlarını bir an üzerimden çekmediği bir yerde çalışmak beni yeterince rahatsız ediyorken; bu boş zamanımı da onun aurasında ve huzursuz ilgi alanında geçiremezdim.
Luke'a kalsa gecemizi gündüzümüzü okulda geçirir, bu çalışmayı tamamlar ve ancak o zaman derin bir uyku uyuyabilirdik. Onu okul kütüphanesinde artık uykusuzluğa direnmekte zorlandığı bir masadan, mavi gözleri kıpkırmızı olmuş halde çekip almaktan yorulmuştum. Uyuklayacaksa da ben biraz olsun rahat hissettiğim bir yerde dinlenirken, o da açık havada uyuklasın, diye düşünmüştüm.
"Nasıl aynı anda hem uykuya bu kadar düşkün hem bu kadar çalışkan olabilirsin ki?"diye sordum, aklımdaki soruyu gizlemeye gerek duymadan. Oturduğu yerde birkaç dakika uyuklayabilmek adına kapatmış olduğu mavi gözlerini aralarken gülümsedi. Karton bardaktaki kahvesini onu uyutmayacağımdan emin olup ayılmak umuduyla dudaklarına götürürken, "Uyumaya fırsatım olmadığı için hep uyumak istiyorum ya zaten."dedi, "İstediğim zaman uyuyabilsem onu bu kadar sevmezdim."
Onu yalnızca başımı sallayarak onaylamakla yetindim. Uyku düzeni ve bunun önemi gibi konularda öğüt verip eleştiri yapabilecek en son insanlardan biriydim. Sue olsa yapabilirdi. O bebekler gibi derin ve kaygısız uyurdu. Kabussuz, sakin. Michael gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Under Her Spell /m.c.
Fanfiction"Şimdi onun büyüsü altındayım, bir yalana kısıldım kaldım. Ateşe bu kadar yakın durmamalıydım."