Selaam yine ben! Okumuyor, okuyup da yorum yapmıyor olsanız da yazacağım çünkü istiyorum. İyi okumalar:")
Kimi rivayetlere göre insan kendi kanından olanı, dünyanın öteki ucunda da olsa tanır, hisseder ve ona ait bir şeyler taşırmış kendinde.
İnsanlık tarih boyunca bu bağı önemsemiş ve kutsamıştır. Kan bağının tüm yaratılış efsanelerinin temelini oluşturduğu insan medeniyetinin yapı taşları kurulurken; Adem ve Havva'nın soyundan olan Kabil, kendi soyuna en büyük ihaneti ederek kendi kardeşini, Habil'i öldürmüştür. Yine modern devletlerin ve şehirlerin kuruluş efsanelerinden biri olan Roma'nın kuruluşunda Romulus, kardeşi Remus'u öldürmüştür. İnsanlığın bu efsaneler üzerinden lanetlediği ve yasakladığı, kan bağına ihanet olgusu hepimizin büyüdüğü toprakları sulamış ve yediğimiz bitkiden içtiğimiz suya kadar girerek ilmek ilmek işlemiştir içimize.
Aldığımız eğitim, aile ve kan bağı kelimelerini tanımlarken seçtiğimiz kelimeler, büyüdüğümüz kültürler ve konuştuğumuz diller bambaşka olsa da hepimiz biliriz ki; kendi kanımızdan olanı tanırız ve onu korumalıyızdır. Nerede ve nasıl olursak olalım.
İşte dünyanın güneşin etrafında beş kez daha az dönmüş olduğu bir zaman diliminde üniversitemizin bahçesinde Sue ile tanıştığımda, ben de kökleri aynı toprağa tutunan ve doğa ananın kucağında birer tohumken serpilip farklı mevsimlerden geçerek farklı coğrafyalarda aynı göğe uzanan birer ağaç olduğumuzu biliyordum. Köklerimizin aynı suyu çektiğini ve aynı çiçekleri açtığımızı. Hissetmiştim ve onu tanımıştım.
"Sue bekler misin?"
Sue adımlarını yavaşlatıp durduktan sonra spor ayakkabılarının topukları üstünde bana döndü. Büyük, siyah kulaklıklarını kulağından çekerken "İşte ben de böyle hissettim."dedi, "Seninle her konuşmak istediğimde benden kaçtığın zaman, tam olarak böyle hissettirdin."
Ellerimi dizlerime koyup nefeslerimi düzenlemeye çalıştım. O düzenli olmasa da sık sık ve çoğunlukla stresli toplantılarının sabahında yaptığı koşulara alışıktı ama ben değildim. Burası doğa değil şehirdi ve burada ayak tabanlarıma güç vermesini dileyebileceğim bir La Loba'm yoktu.
"Senden kaçmıyordum." dedim, iyice yakınıma gelip nefeslerimi düzenlememi beklediğinde, "Anlatması zordu."
Ellerini öfkeyle havada savurunca at kuyruğu yaptığı saçları da rüzgarda savruldu. "Bugüne kadar neyi anlattın da anlamadım acaba?"dedi, alındığını gizleme gereği duymadan, "Evimize gelen bir yabancı hakkında bilgi istiyorum sadece."
Haklıydı.
Tanrıçalar aşkına, çok haklıydı. Dışarıdan nasıl gözüktüğünü biliyordum. Yeniden kulaklığını takmaya yeltendiğinde "Sue" dedim, "Anlatacağım, lütfen eve gidelim."
Daha fazla koşarsam bir yerlerde yığılıp kalacaktım. Yorgun yüzümü görünce bana yeterince eziyet etmiş olduğundan emin oldu ki başını belli belirsiz salladı ve evimizin olduğu yönde doğru yürümeye başladı. Peşinden giderken ağzımı açtığım sırada kulaklıklarını yeniden kulağına geçirdi ve "Sakın konuşma."dedi, "Eve gidene kadar seninle konuşmayacağım."
Onun bu tavrına gülmemek ve onu kızdırmamak için dirensem de bir adım ilerisinde, yüzümde tutamadığım bir gülümsemeyle onu takip ettim. Bugün öğleden sonra gerçekten önemli bir konferansı olduğunu biliyordum, aylardır üzerinde çalıştıkları tez hakkında önemli bir gelişme yakalamışlardı. Stres altında olduğunu bildiğimden ve doğrusu biraz da Michael hakkındaki tutumumu ona doğru kelimelerle açıklayabilmek için beklemiş ve Michael dün gece bizde kalmamayı tercih ederek evine döndüğünden beri Sue'un sorularını yanıtsız bırakmıştım. Eh üstüne bir de birkaç gece sonra Yule* gecesi olduğu için ritüel hazırlıklarımı yapmış, mumlarımı tütsülemiştim. Ona açıklama yapmak yerine ritüel hazırlığı yaptığımı görünce de tahmin edersiniz ki delirmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Under Her Spell /m.c.
Fanfic"Şimdi onun büyüsü altındayım, bir yalana kısıldım kaldım. Ateşe bu kadar yakın durmamalıydım."