Merhaba, merhaba! Öncelikle okur sayımız oldddukça düşmüş, bu beni gerçekten üzüyor. Neden olduğunu bilmesem de, umarım düzelir demekten öteye gidemiyorum. İkinci olarak biraz yoğun bir süreçteyim ve diğer kurgulara verdiğim ağırlık yüzünden burayı biraz boşladım. Toparlayacağımı düşünüyorum, tatlış yorumlarla beni teşvik edebilirsiniz!
PS: Bu bölüm tüm dişçilere bir lanet niteliğindedir!:") Esin'e destek bölümü yazayım dedim kslgsklf
"Dolunay ritüelini neden evde gerçekleştiriyorsun?"
Sue, elindeki bira şişesini havada savurarak önümden geçtiğinde ona baktım. Sorduğu sorunun cevabını beklemeden önümden yürüyüp kendini çalışma alanı ilan etmiş olduğu kanepesine bıraktı.
"Bilmiyorum."dedim, "Hava soğuk, gitmek istemedim."
Kaşlarını kaldırıp birasının kapağını çevik bir hareketle açarken güldü. "Senin için Almanya'da herhangi bir hava durumu soğuk olamaz. O yüzden yalan söyleme."
Avuç içlerimi şakaklarıma bastırıp ayakta dikildiğim yerde yoğun baş ağrımı bastırmaya çalışırken, "Demek ki olabiliyormuş."dedim, "Her şeyin bir ilki vardır."
Sue için her şey siyah veya beyaz kadar netti. İlişkilerinde bile beyazdan direkt siyaha geçebildiğini Calum örneğiyle çok net seçebildiğim bir insan olması, benim içgüdüsel hareketlerimi anlamlandıramamasına sebep oluyordu.
İçgüdülerimin gitmem için beni yönlendirdiği bir yere gidiyor oluşumu da, gitmek istemediğim bir yere rutinim dışına çıkıp gitmiyor oluşumu da bir nedene bağlamak istiyordu. O böyle yaptığında ben de saçma bahaneler üretmek zorunda kalıyordum. Onu suçlamıyordum, yalnızca onunla empati kurabildiğim gibi benimle empati kurmasını istiyordum.
Dolunay ritüellerimi alıştığım gibi doğada, bir nehirde veya ormanın ortasında, ağaçların arasında yapmayı tercih etmeyişim elbette havanın soğuk olmasıyla ilgili değildi. Beni tanıdığı gibi biliyordu ve reddetmeme rağmen inanmadığı gibi anlıyordu ki, hava benim için soğuk değildi.
Yalnızca kendimi doğada, yalnız ve kimsesiz hissettiğim zamanları özlüyordum. Köklerimin yalnızca toprağın altına uzandığını, ellerimin tek amacının göğe uzanmak olduğunu ve aklımın yalnızca evrenle bütünleşmeye yoğunlaştığını düşünmeyi özlüyordum. Oysa son zamanlarda doğanın kalbindeyken, her şeyden ve herkesten izole bir pagan ritüeli gerçekleştirirken aklım da kalbim de asla orada olmuyordu.
Birkaç yüz metre ötemde olan o küçük ahşap evi, oraya gittiğimde göreceğimi bildiğim yeşil gözlerin sahibini ve beni tüm bu ritüellerden çok daha büyük bir başarıyla sakinleştirebilen dudakları düşündükçe hiçbir şeye odaklanamıyor ve korkunç bir başarısızlığa sürükleniyordum.
Aklımın her zaman Michael'da olmasının yapıcı hiçbir yanı olmadığı gibi, beni ait olduğumu hissettiğim tek yerden de çekip alan bir yıkıcılığı vardı. Ellerimin göğe değil ona uzanmak istediğini, ayaklarımın tabanlarını bastığı toprağa yalnızca ona giden yolları yürümek için temas etmek istediğini ve gözlerimin görmek istediği yeşillerin tek tonunu onun gözlerinin barındırdığını düşündükçe evi tanımlamak için kullandığım kelimeler değişiyordu.
Bunun benim için ne denli rahatsız edici, insanın her yanına batan kaşıntı otları gibi bir his olduğunu anlatsam, anlayabileceğini biliyordum. Yine de, Sue'a bunları anlatmam, kendi içimde kesin bir kabulleniş yaşadığımın da büyük bir kanıtı olacaktı. Tüm bunları dile getirmenin ve tanımlamanın bu kadar zor ve dile getiremediklerimin sancısının bu denli yoğun olmasının asıl sebebi de tam olarak buydu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Under Her Spell /m.c.
Fanfiction"Şimdi onun büyüsü altındayım, bir yalana kısıldım kaldım. Ateşe bu kadar yakın durmamalıydım."