Günün ilk ışıkları boğazın sularını süslerken ahali olanlardan ve olacaklardan habersizce yeni güne uyanmıştı bile. Bayezid bir güzel savaşın lekelerini silmişti bedeninden, ardından boğazı geçip sarayın kasvetli duvarlarının önünde dikilmişti. Yüzündeki sert ifadenin altında ise hüzün yatıyordu. Ağabeyi ölmüştü, bunu yapan da diğer ağabeyiydi ve evladı kayıptı. Sarayın birinci avlusunu geride bırakıp o görkemli kapıdan içeri geçti. Buraya gelmeyi böyle tasvir etmemişti zihninde. Kan kokmuyor muydu her yer, ağabeyinin kanı akıtılmamıştı ama kan kokusu alıyordu şehzade. Sarayda matem vardı.
Hanzâde meydanda yoktu, devrik sultanın örülü duvarının önünde Alkan askerleriyle nöbet tutuyordu. Bir ara Şehzade Osman'ı aramak için etrafta dolanmış lakin hiçbir iz bulamamıştı, ondan sonra vazifeyi en güvendiği adamlarından birine devredip kapı önünde nöbetine devam etmişti.
Yürüyerek ikinci avluyu da geride bıraktıktan sonra kendini üçüncü avluda, Hırka-i Şerif Dairesi’nin önünde buldu. Ona doğru yaklaşan Kızlar Ağası bir koluna, Silahtar Ağa da diğer koluna girdiğinde beraber daireye gittiler. Buranın maneviyatı sebebiyle kendini biraz da olsa iyi hissetmişti. Karşısında beliren şeyhülislamı gördüğüne ise pek memnun kalmamıştı lakin teamüller gereği şu an burada kendisine biat etmesi gerekiyordu. Sadrazam Hüseyin Paşa da buradaydı. Sadrazam, diğer paşalar gibi her zaman Orhan'dan çekinmişti, bu sebeple ona karşı bir nefreti yoktu Bayezid'in ama şeyhülislam, o hal fetvasını veren kişiydi. Ona karşı gerçekten nefret doluydu.
Şeyhülislam Abdullah Efendi aslında burada olmak istememişti lakin etrafı saran Alkan askerleri Orhan'a zarar veririz tehdidi ile onu biata zorladı. Amaçlarına ulaşmışlardı, Şeyhülislam biat için buradaydı. Bu da Bayezid'in tahtını meşrulaştırıyordu.
Şehzadeyi gördüklerinde ona eğilip selam verdiler sonra da Bayezid'in de müsaadesiyle eteğini öpüp biat ettiler. Şeyhülislam için bu işkence gibi gelse de sesini çıkartmadan icap eden neyse o da onu yaptı. Kaidelerden ötürü yeni Sultan her ikisine de hilat giydirdi. Daha sonra da hazırlanmak üzere has odaya geçti.
Mehpare ise saraya girdiği vakit ilk olarak Şirin’in köşküne gitmiş, orada da bir güzel temizlenip kendisinin geleceği hesaplandığından hazırlanan esvap ve mücevherleri giymeye başladı. İlk defa onlar gibi giyinecekti, bunun için biraz heyecanlanmıştı. İlk olarak kenarları sırma işlemeli oldukça geniş bir şalvar giydi. Ardından üzerine ince beyaz ve yerlere değecek kadar uzun bir gömlek geçirdi ve yakasını iki elmas süslemeli iğne ile tutturdu. Bu ince beyaz kumaş içini biraz belli ediyordu, lakin biliyordu ki harem dışına bu esvaplarla çıkamazdı. Çıkacağı vakit üzerine ferace geçirecekti. Bu ince gömleğin üzerine de koyu kırmızı kalın sırma işlemeli bir kaftan geçirdi. Bu kaftanın kolları aşağı doğru genişliyordu. Elbisenin yakasına da elmas bir iğne geçirdi. Beline dört parmak genişliğinde elmas işlemeli kemeri bağladı.
Boynuna aralarında zümrüt taşların olduğu birkaç sıra inci kolyeyi doladı. Saçlarını tarayıp ördükten sonra birkaç tane lale şekilli ortasında elmas taşlar olan gümüş tokayla başının arkasında topladı ve başının üzerine de sırma işlemeli yüksek bir başlık geçirdi. Onun da üzerine elmaslarla bezenmiş sorguç ve elbisesiyle uyumlu birkaç tüy iliştirdi. Sırma işlemeli örtüyü de başlığına takı. İşte şimdi tam bir Mirzaoğlu Sultanı olmuştu, tam bir padişah hatunuydu.
Elmas işlemeli kemerine babasından yadigâr hançeri yerleştirip aynada kendini süzdü. Hazırdı. Artık hareme girebilirdi. Şirin'in köşkünün alt katına indi ve siyahlar giyinmiş bu padişah kızına kendisini gösterdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAHBER (Tamamlandı)
Ficción históricaSaltanat mı galip gelecek sevda mı? Taht için tutuşan prensese kim derman olabilirdi ki? Bir başka ülkenin şehzadesi elinden tutsa hangisi galip gelirdi? Entrikanın hatta savaşın içinde kalmış insanlar ne yapabilirdi hayatta kalmaktan başka? Tahta m...