Güneşin ilk ışıkları yüzüme vururken uyanıyorum. Yavaşça gözlerimi aralarken güneşin doğuşunu görüyorum ve izlemek istediğimi fark ederek olduğum yerde doğruluyorum. Kollarımı gerdirerek esnerken manzarayı daha yakından görmek istediğimi fark ediyorum ve bu sebepten oturduğum yerden kalkarak camın oraya gidiyorum.
Elimi saçıma atıp karıştırırken, karşımda doğmakta olan güneşin o güzel manzarasına bakıyorum, etrafa yaydığı kızıllığı izliyorum. Manzara çok güzel, rahatlatıyor insanı. O kızıllık… Bilmiyorum. Kelimelerle tarif edilemez. O güzellik, anlatılamaz ama galiba uykusuzluğum, o, kelimelerle anlatılır.
Şuan düşüncelerim o manzaranın güzelliğinden uykusuzluğuma nasıl geldi bilmiyorum ama gerçekten uykusuzluğumu kelimelerle anlatabilirim. Şuan uykuya, susuz bir insanın suya muhtaç olduğu kadar muhtaç, Romeo’nun Juliet’e aşık olduğu kadar aşık ve gökyüzünün denize uzak olduğu kadar uzağım. Çok uykum var, uyumak istiyorum ama biliyorum ki artık yatsam da, saatlerce yatağın içinde dönsem de uyuyamam. Bir kere uyanınca tekrar uyumak o kadar zor ki.
İşte tamda bu yüzden, sabahın köründe uyandığım ve tekrar uyuyamadığım için, aşağıya inip Arden ve Duru’ya güzel bir kahvaltı hazırlamaya karar veriyorum. Aşağıya inmeden önce tuvalete girip işlerimi hallediyorum ve daha sonra mutfağa iniyorum.
İlk önce ‘Acaba ne yapsam?’ diye düşünüyorum. Çok fazla düşünmeme fırsat kalmadan aklıma pankek yapmak geliyor.
Pankek. Ah! Düşüncesi bile ağzımı sulandırmaya yetti desem inanır mısınız? Bence inanmalısınız.
Tamı tamına bir buçuk saat süren bir kahvaltı hazırlama merasiminden sonra yaptığım şaheserlere bakıyorum. Pankekler, kahvaltılıklar, meyveler ve taze sıkılmış meyve suları. Ah, ocakta olan çayı da unutmamak gerek. Gerçekten, bir buçuk saatimi harcamama değen bir masa… Ve şimdi uyandırmam gereken iki kişi var.
İlk önce Duru’yu uyandırmaya karar veriyorum. Bu yüzden merdivenlerden ikişerli ikişerli çıkarak, parmak ucumda Duru’nun odasına giriyorum. Duru derin uykuda duruyor ve açıkçası çok sevimli. Gözlerine göz bandı takmış, bacağının biri pikenin altında diğeri ise kollarını sıkıca sardığı ayının üzerinde. Tam olarak alın yanaklarını sıkın, öpün durumunda ama bu isteklerimi bir kenara bırakarak, bütün içtenliğimle ‘Özür dilerim Duru’ diye fısıldıyorum. Çünkü birkaç saniye sonra yapacağım şey çok haince.
Derin bir nefes alıyorum ve Duru’ya iyice yaklaşıp kulağının dibine girerek basıyorum çığlığı. Benim çığlığımı duyan Duru da çığlık atarak sıçrıyor yataktan. Ne olduğunu anlamaya çalışarak etrafa bakıyor ama gözlerindeki şeyden dolayı hiçbir şey göremediğinden elini gözlerine atıp çıkartıyor göz bandını. O saniye uykulu gözlerinden korku ve telaş karışımı akan Arden dalıyor odaya.
Ben mi napıyorum? Hiç. Sadece kahkahalarla gülerek onları izliyorum. O kadar komikler ki. Duru’nun korku dolu gözleri ve Arden’in uykulu-şaşkın karışık gözlerle bir bana birde Duru’ya bakması. Allah’ım sana geliyorum.
“Ne oluyor böyle?” Soru Arden’den geliyor. Arden’e cevap vermek için ağzımı açıyorum ama önce masum bir şekilde gülümsüyorum. Sanki suçsuzmuşum gibi. “Hiiiç. Ben sadece Duru’yu uyandırdım.”
Duru gözlerini pörtletiyor bana. “Ney? Ney anlamadım? Tekrar eder misin lütfen?”
“Ben sadece seni uya--”
“Beni uyandıracaktın, öyle mi?” Evet anlamında sallıyorum kafamı. “O zaman neden kulağımın dibinde çığlık attın?” Ellerimi önümde birleştiriyorum ve gözlerimi kırpıştırıyorum. “Uyandırmak için.” Gözlerini kapatıp ona kadar sayıyor ve fısıldıyor kendi kendine. “Sakinim. Sakinim. Sakin.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çığlıklar
ChickLitŞimdi hiç bilmediğim bir yerde, doğru düzgün tanımadığım insanlara muhtacım. Ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Ailemi nerede ve nasıl bulacağımı bilmiyorum. Kim olduğum ile ilgili bildiğim tek şey ise ismim ve bu bana hiçbir şey ifade etmiyor. H...