"Bu gün benim doğduğum gün. Normal insanlar doğdukları günü kutlarlar, pastanın üstüne her yaşadığı yıl adına bir mum diker, sonra içlerinden bir dilek tutup dileklerini evrene üflerler. Bunlar çoğunlukla gerçekleşmesi asla mümkün olmayacak dileklerdir ve bazen de bir çocuğunki kadar masumdurlar. Biliriz, bazı şeylerin asla olmayacağını, bazı insanların asla gelmeyeceğini ve belki de gelemeyeceğini... Bile bile isteriz ve hatta bununla da yetinmeyip çabalarız. Koşarız dileklerimizin peşinden.
Asla bitmeyecek bir yolda nereye gittiğinin bir önemi yoktur. Çünkü o yol bir yere varmayacak zaten, bu yüzden acele etme. Yavaş yavaş yürü o yollarda. Kaldırım kenarında açmış çiçeklerin umudu simgelediğini gör, kurumuş göllerde yeşeren fidanların efkarını hisset, ormanın ortasına dikilmiş binaların yakarışlarını duy, atmosferdeki deodorant kokusunu ciğerine çek ve içini kirlet. Hata yapmaktan çekinme ve düş! Nasıl olsa geri kalkarsın, bırak kırılan tek şey bileğin olsun. Çünkü o geçer. Ama kırılan her şeyin tamiri olmuyor. Bazı kırıklıklar gözükmüyor, insanın içine içine batıyor. Bazı yaralar hiç iyileşmiyor. Bazı duygular ruhunu ebediyen esir alıyor ve evrenin neresine gidersen git, her yere içindeki o demir parmaklıkların ardından bakıyorsun. Şeffaf, hafif ama aşılması asla mümkün olmayan bu parmaklıklar senin bütün bakışını etkiliyor. Dünyayı buradan izlemek inanın çok zor. Burada esir olmuş gibi hissediyorum.
Özgürlüğü elinden alınmış bir adama dünyanın en güzel yemeğini sunsanız bile, her lokmanın boğazında düğümlendiğini ve hatta lokmaların o boğazdan çıkmak için bütün dokuları parçaladığını göreceksiniz. Ruhu esir alınmış bir bedenin iç organları bile kan ağlıyorken, lokmaların suçu ne? Kim esarete ortak olmak ister ki? Hiç kimse! Bizler esaretten kaçarız. Ve esaretten kaçarken, aslında kaçışa esir olduğumuzu fark edemeyiz. Çünkü korku gözlerimizi kör eder ve bizler bu yollarda birer kör koşucu olarak yaşarız.
Ben size demedim mi koşmayın diye, size demedim mi etrafınızı görün, hissedin, koklayın diye? Ne bu acele? Yoksa aşık mısınız siz de benim gibi ecele? Tutsak olmaktan mı sıkıldınız? Ölüm en huzurlu kurtuluş. Çünkü ruhum artık o demir parmaklıklar ardında çürüyor ve ben onu kurtarmak için bir şeyler yapmalıyım. Ruhumun bu beden hapishanesinden çıkmasına yardım etmeliyim.
Hiç birinizden bunu yaptığım için af dilemeyeceğim. Çünkü uyumsuzluğumun tek suçlusu ben değilim. Belki de tanımaya hiç fırsat bulamadığım annem eğer bir kerecik de olsa gelseydi, bir kerecik de olsa toz pembe göz yaşlarımı silebilseydi, bir kerecik vakit ayırabilseydi bana... Belki de o zaman daha uysal ve itaatkar olurdum. Biliyorum, anneme olan öfkem gözümü öyle bir doldurmuş ki, olmayacak hayaller kurup kendimi kandırıyorum. Ben asiliği simgelemek için doğmuşum. Sanırım hiç tanımadığım annemi tanısaydım da bu değişmezdi. Kimse vücudumdan etrafa yayılan bu elektriği kesemezdi, hiç tanımadığım o annem yanımda olsaydı bile beni yine hiç kimse sevemezdi. Ben istenmemek için doğmuşum ve bunu doğduğumun ilk günü öğretmiş annem bana, beni terk ederek.
Ama sevgili babacığım, sen annem kadar çabuk pes etmedin. Sen de kaybettin ama en azından savaştın. Biliyorum, senin de artık bana tahammülün kalmadı. O yüzden beni bu Toz Kasabası'na yolladın. Nereden bilecektin buranın tozlarının benim mezarımın üstünü örteceğini, sardunyalarıma esip onları solduracağını. Ama ben şimdi yeni ekilmiş bu sardunya tohumlarının üstünde oturuyorum ve bileklerimden akacak kanı görebilmek için sabırsızlanıyorum. Bunu ilk defa deneyeceğim, ölmeyi.
Hatırlıyor musun babacığım sana bir gün bir soru sormuştum "Aşık olmak ne demek?" diye. Sen de demiştin ki:
-Aşık olmak ölüm gibidir. Kalbin hiç atmıyormuş gibi hızlı atmaya başlar. Nefesin kesilir ve kurtulmak için kendini okyanusa bile atabilirsin. Aşık olmak ölümü bulmaktır.
Peki ölümü bulmakla da aşık olunur mu? Deneyelim mi? Buna değer mi? Aslında aşkın bir önemi yok benim için. Bildiğim ve tattığım duygular arasında aşk bulunmuyor. Açıkçası ölümü getiren aşkı isteyeceğimi de sanmıyorum. Ama aşkı getiren ölüm başka! Çünkü aşk ölümü getirirse onu istemezsiniz, uğruna savaşmadığı şeyden tat alamaz insan. Ama ölüm aşkı getirirse aynısını söyleyemeyiz. Ölmek için çaba harcar insan ve sonunda alacağı mükafatı sabırla bekler toprağının altında.
Oysa ben aşkı istemiyorum. Ben istiyorum ki öldüğümde mezarımı süsleyen sardunyalar hiç solmasın, asla uyum sağlayamadığım hayatımın insanları onlara hiç dokunamasın. Ölümüm için ağıtlar yakılmasın, babam eline bir küçük kürek alsın ve toprağıma sardunyalarımı özenle diksin. Annem gözyaşlarıyla sulasın o toprağı çünkü tahmin ediyorum ki onun da gözyaşları benimki gibi toz pembedir ve toz pembe sular her tohuma can verir, her anı hızlandırır, tatlıdır ve sulandırır. Kimse yalancı gözyaşlarıyla kirletmesin sardunyalarımı.
Herkese umut olan sözlerim benim ruhumu etkilemiyor çünkü benim ruhum başka duyguların esareti altında. Artık çözemiyorum. Kendimi hiç tanımıyorum, tanıyamıyorum. İnsan kendine nasıl yabancı olabilir ki! Ben buraya ait değilim, tek bildiğim bu.
Ve buradan gitmenin tek yolu ölüm.
Bugün benim hem doğum hem ölüm günüm.
Her hücremi milyon parçalara bölün,
Evrene yayılsınlar ve asıl meskenimi bulsunlar.
Ancak öyle yazabilirim huzurlu bir bölüm."
Yazdığı mektubu hemen önünde ekili olan sardunya tohumlarının üstüne koydu Wicca. Artık ölüm vakti gelmişti. Kendinden emin tavrı jileti eline aldığı anda yok oldu. Korktu. Ama korkunun ecele faydası yoktur bilirsiniz. Kalmakla eline bir şey geçmeyecekti. Sürekli saklanmaktan ve kaçmaktan yorulmuştu. Belki ne için saklandığını, ne için kaçtığını bilseydi gitmek istemeyecekti. Bundan sonra öyle bir saklanmalıydı ki onu gerçekten kimse bulamamalıydı.
Jileti damarına yaklaştırdı. Kafasını semaya kaldırdı çünkü gözyaşları yaranın üstüne akarsa asla ölemezdi, bunu biliyordu. Masmavi olan gökyüzünü şimdi gri bulutlar süslüyordu. Öldükten sonra bütün gözyaşını dünyaya akıtacak gri bulutlar... Ve kuşlar kaçıyordu yuvalarına çünkü bu sefer yağacak yağmurun acısına onlar da katlanamazdı, kuşlar biliyorlardı.
Ve jilet sol bileğinin damarından içeri girdi. Acıyla gözlerini kıstı Wicca ve inledi hafifçe. Derin bir nefes aldı. Devam etmek zorundaydı. Bu acı, çektiği yalnızlık acısından daha kötü değildi, dayanabilirdi. Son kez acı çekecek ve bundan sonra asla acımayacaktı canı. Ve jilet artık damarlarında geziniyordu. Kan dışarı akmak ve tüm bitkilere umut olmak istiyordu sanki. Ruhu artık etrafını saran parmaklıkları görmeye başlamışçasına isyan ediyor ve asaletini asiliğinden almış bir kuğu gibi çıkmayı bekliyordu. Bir süre sonra sağ elindeki jileti attı ve sol bileğini tuttu. Bu kendisine son dokunuşuydu ve bunu görmek istemedi. Gökyüzüne bakmaya devam ediyor ve ağlıyordu. Artık dünyanın kendi etrafında döndüğünü, çevresindeki sardunya tohumlarının hızla büyüyüp etrafını sarışını ve gitmesin diye onu sımsıkı tutmaya çalışmalarını hissedebiliyordu. Görüşü bulanıklaştı ve oturduğu yerden kendini geriye bıraktı. Bedeni pamuklara sarılmışçasına rahat etsin diye büyüyen sardunyalar ona kucak açtı ve daha da fazla büyüyüp üstünü kapadılar. Çünkü sardunyalar da biliyordu ki, o bulunmak istemiyor, ebediyetin içinde kaybolmak ve saklanmak istiyordu.
Bazı aşklar gerçekten de size ölümü getirebilir. Acı çekersiniz ve o aşk vücudunuzu esir aldığı için ölüme koşarsınız. Bu çok bilindik bir olaydır. Asıl farklı olan ölümün aşkı getirmesidir. Siz hiç öldüğü için aşkı bulduğunu iddia eden bir insan gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü ölen insan artık konuşamaz, o gitmiştir ve neler olduğunu size anlatmak için geri dönemez. Ama ölüm anlatabilir, konuşabilir, gelebilir ve götürebilir. Bu ölümün sesidir:
"Ben size aşkı getirdim ama siz bulmak istemediniz ve benden hep kaçtınız! Aşkı bulmak için bana muhtaçsınız..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tanrıyı Doğurmak
Science Fictionİşte kaos. Biz buna entropi mi diyorduk? Her şey gittikçe bozulur. Kader, bozulma çizgisinde yamuk yumuk ilerler ve biz denge kurmaya çalıştıkça yön değiştirip bizimle dalga geçer işte. Beyninin büyük bir kısmını kasıklarının altında taşıyanlarsa bu...