37

39 3 1
                                    

Akşam...


Hapishane beklediğim gibi soğuk ve rutubetliydi. Gri duvarlar mide bulandırıcı derecede boş ve bakarken bile insanı üşütüyor. Belki de Levent'in o buz gibi bakışlarıydı beni hala üşüten. Gardiyanın sıkıca tuttuğu kolum ayakta kalmamı sağlayan tek şey şuanda. Bir sandalye ya da yatak bulduğum anda yığılıp kalacağıma eminim.

Büyük demir kapılar sırasından birinin önünde durduğumuzda kadına neredeyse teşekkür edecektim. Çok yorgundum ve daha fazla yürümek de konuşmak da istemiyordum.

Kadın kolumu bırakıp cebinden bir avuç dolusu anahtar çıkardı ve şöyle bir bakınıp aralarından birini çekti. Anahtarlar arasında nasıl bir ayrım vardı ya da neye göre o seçtiğini almıştı anlayamamıştım ama merakım hüznüme yenildi. Kilitten çıkan yüksek şıngırtı ve sürtünen demir sesleri dişlerimi gıcırdatırken yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum.

--'Gir.' dedi eliyle içeriyi işaret ederken duvarlar kadar düz bir yüzle. Beni tanımadığı kesindi. Aksi takdirde bana böyle davranamaz, önümde el pençe divan dururdu ki bunu da isteyip istemediğimden pek emin değildim.

Koğuşa attığım ilk adımda fark ettiğim ilk şey koridordakinden daha yoğun bir rutubet ve demli çay kokusuydu. Ciğerlerim kokudan acırken kendimi içeri doğru bir adım daha atmaya zorlayacaktım ki gardiyan:

--'Gir hadi bütün gün seni bekleyemem!' deyip beni içeri ittirdi. Ellerim karnımı sararken düşmemek için en yakındaki ranzaya tutundum can havliyle. Kadına dönüp delici bir bakış atmak üzereydim ki kadınlardan biri koluma girip beni çekeleyerek masaya yürüttü ve:

--'Gel gel, ilk akşamdan dalaşma şununla.' dedi ve beni durdurdu. Arkamızdan ağır kapı kapanınca irkildim yine. Masadaki diğer kadınlardan yaşlı ve tombul biri beni baştan aşağı süzüp:

--'Kaç aylık hamilesin sen kız? İki olmamış sanırsam. Hı?' dediğinde şok oldum. Bunu bana bakarak mı anlamıştı? Kekeleyerek:

--'Üç haftalık.' dedim ürpertiyle. Kadın sesi gibi çatal çatal bir gülümsemeyle başını arkaya atarak güldü zaferle.

--'İyi bok yedin de girdin o zaman içeri. Hâkim ne biçti sana? Doğana kadar çıkacak mısın bari?' Soru beni hazırlıksız yakalamıştı. Hâkim bana üç buçuk yıl vermişti ve bebeğimin akıbeti belli değildi. Başımı sağa sola sallayıp:

--'Üç buçuk yıl..' dedim mırıltıyla. Cıkcıklamalar koğuşta yankılandı. Kimisi dudağını dişledi kimisi elini diğer elinin içine vurdu kimisi de vah vah edip bana hüzünle baktı. Tüm bunlardan anladığım daha önceki düşüncemde haklı olduğumdu. Bebeğimi burada doğuramaz, büyütemezdim. Levent onu istemezse..

İster!

Levent bebeğini öldürmek istemez ki. Adam doktor olmak, yaşatmak için okumuş onca sene, değil mi? Kendi bebeğini neden öldürsün?

Annesi ben olduğum için tabi ki.

Bir caniden çocuk yapmayı kim ister ki? Levent de istemezse bebeğim gidecek mi yani? Daha dünyaya gelmeden.. Ne dünyası? Kalbi bile atmaya başlamadan melek mi olacak benim bebeğim?

Ellerim karnımı daha da sararken kadınlardan biri kalkınca beni oturttular. Yaşlı kadın:

--'Amma üzüldün ya. Anlat bakalım, neden girdin içeri?' diye sorduğunda kısa bir an kim olduğumu söylemeden bu hikâyeyi anlatabilir miyim diye düşündüm ama yapamazdım. Ben Tayfun Arslanoğlu'nun kızı olmasaydım, ellerimde kan olmasaydı kocam ailesinin evini yakabileceğimi düşünür müydü hiç? Önüme koydukları bir bardak suya ürkerek bakıp derin bir nefes aldım.

KurşunHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin