Levent'ten...
Patinaj sesiyle irkilip içgüdüsel olarak kapıya koşarken Gökçe ve İnci için endişelenmemek elimde değildi. Biri onlara saldırıyor muydu? Uzaklaşan arabadan çıkan keskin lastik sesi beni kendime getirdiğinde etrafa göz gezdirdim hızlıca.
Başka araç yoktu. En azından hareket eden başka araç yoktu park alanında. Saldırı olmamıştı. Yere yatmış kimseyi göremiyordum. Yani silahlı bir saldırı şıkkını eleyebilirdim. Giden araç Gökçe'nin hep kullandığı mıydı? Ne o ne Fırat ne de kızım..
Nereye gittiler?
Gökçe.. Gökçe nereye gidiyor?
Sonra gerçeklik yıkılan bir bina gibi başıma çöktü. Karım kızımı benden kaçırıyor mu? Koşarak araca yetişemeyeceğimi bilsem de merdivenleri ikişer üçer indim ama çoktan gitmiştiler. Aracın az önce durduğu yerdeki kırmızı, büyük fiyonklu tacı fark ettiğimde taç benimle dalga geçiyormuş gibi hissettim. Öylesine mutlu öylesine güzel bir ana aitti ki taç, o anla taban tabana zıttı şimdi hissettiklerim.
Yine de yerde durmasına izin veremeyerek diz çöktüm ve bilinçsizce tacı aldım. Az önce yaşananı gerçekten doğru mu anlıyordum? Karım cidden bir günlük kızımızı, asla yapmayacağını defalarca kez söylemesine rağmen kaçırmış mıydı benden? Gümbürdeyen kalbim sanki boğazımda atıyordu.
Çaresiz, boş gözlerle etrafıma bakındım ama bahçedeki herkes hiçbir şey olmamış gibi sohbet etmeye, tostlarını yemeye ve yaşamaya devam ediyordu. Kâbus mu görüyordum? Lütfen bu bir kâbus olsun ve şuan uyanayım. Hiç âdetim olmamasına rağmen elimin üstünü çimdikledim ama hayır, kâbus görmüyordum.
Şimdi ne yapacağım? Ne yapmalıyım?
Polis.. Polisi aramalıyım, evet. Ama ne diyeceğim? Gözlerimde batma hissiyle canım yanınca avuç içlerimi gözlerime bastırdım. Hastanede bir polis olmalıydı. Arkamı döndüğümde merdivenlerin başında boynu bükük kalmış Gökçe'nin bavuluyla karşılaşınca bir an için "Eşyalarını niye almadı ki?" diye düşündüm. Ama üzüntüm uzun sürmedi. Silkinip aptallığıma yandım kendi kendime. Bir şeye ihtiyacı olursa gittiği yerde pekâlâ alabilirdi.
Merdivenleri çıkıp bavulla bakıştım bir süre. Onu öylece orada bırakamazdım, değil mi? Sapını tutup sürükleyerek içeri girerken çevremdeki koşturmacaya hayret ve kırgınlıkla bakıyordum. Karım kızımızı alıp kaçmıştı ama bu insanlar hayatlarına devam ediyordu. Bunu nasıl yapabilirdiler?
On beş dakika sonra polisin karşısında dikilirken de bavulu ve tacı bırakamamıştım. Genç polis anlattıklarımdan ve eşimin kim olduğunu anladıktan sonra ürkmüştü. Gökçe Arslanoğlu adı herkesi korkutmaya yetiyordu.
Genç adam emniyetteki üslerini araması gerektiğini söyleyip birkaç adım uzaklaştığında benden haber bekleyen ailemi hatırlayabildim nihayet. Gökçe'nin evinde ve yanlarında Tayfun Bey'le torunlarını bekliyorlardı.
Anneme bunu nasıl söyleyecektim?
Sonra aklıma gelen kanımı dondurdu. Tayfun Bey onlara bir zarar verir miydi? Emin olamazdım. Onları o evden çıkarmalıydım ve bunu o adama belli etmeden yapmam gerekiyordu.
Polisten biraz daha uzaklaşıp babamı aradım ve gerginlikle telefonun çalma sesini dinledim. Ya çoktan onlara zarar verdiyse?
--'Oğlum? Çıktınız mı hastaneden? Geliyor musunuz?' Babamın sesindeki mutluluk beni kahretti. Adamcağız heyecanla torununu beklerken ona bu haberi nasıl verecektim? Kuruyan boğazıma rağmen yutkundum. Mecburdum konuşmaya. Sesimi sakin tutmak için büyük bir çaba sarf ederek:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurşun
General FictionSeviyorum mümkün değil Aramızda kurşun, yasak bölge var. Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel Kanunu yapanlar ihtiyar *** --'Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim.' diyebildim. Onu kurtarmak için bile olsa bu kadar ağır bir yalanın altında ez...