BÖLÜM YİRMİ YEDİ

24.3K 1.7K 577
                                    

Ertesi güne uyandığımda Lorenzo çoktan kalkıp hazırlanmıştı.

Gece anlattıklarının ardından hiç konuşmamıştık. Birbirimize sarılarak, benim hıçkırarak ağlamalarım sessiz iç çekişlere dönerken uyuyakalmıştık.

Lorenzo'nun anlattığı korkunç şeyler aklımdan çıkmıyordu. Tecavüzün ne kadar iğrenç, ne kadar kafa karıştırıcı ve hayat etkileyici bir olay olduğunu biliyordum. Ben de yaşamıştım. Ama Lorenzo ve o çocuk... Rino. Ah, Tanrım, zavallı Rino. Daha çok küçüklerdi. Kimseleri yoktu. Birbirlerinden başka... İkisi de o pisliklerin onlara yaşattıklarına birbirleri için tahammül etmişlerdi ve sonunda...

Sonunda bu olay Rino'yu öldürmüş, Lorenzo'yu ise sonsuza dek yaralı bir halde bırakmıştı.

Bazı gözükmeyen yaraların insanın ömrüne kadar onları avladığını biliyordum. Benim de yaralarım vardı. Onlarla baş edebilmem için yıllar geçmesi gerekmişti.

Peki Lorenzo? O yaralarıyla başa çıkabiliyor muydu?

"Günaydın."

Kalın sesle birlikte kafamı kaldırdım ve Lorenzo'nun çoktan takım elbisesini giymiş, yatağın başında dikilip bana bakmakta olduğunu gördüm. Sanki dün büyük bir panik atak geçiren, tüm geçmişiyle yüzleşen kişi o değilmiş gibi suratı ifadesiz, bakışları umursamazdı. Mükemmeldi. Dışarıdan bakan her göz için, gücün vücut bulmuş haliydi. Ama ben, o güçlü, yenilmez kalıbın ardında gizlenen, hala arkadaşı için, yaşadıkları için acı çeken o küçük çocuğu görebiliyordum. O artık göremese bile.

"Günaydın." Yeni uyanmış kısık sesimle birlikte mırıldandım.

Tek elini cebine sokup, "Hadi, kalk artık." dedi. "Senin için kahvaltılık bir şeyler söyledim."

Modu iyi gözüküyordu. Dünden sonra beklediğim şey belki bu değildi ama yine de, benimle doğru düzgün konuşmaya başlamıştı. Bu da bir ilerleme diye düşünerek umutla yataktan hemen kalktım ve koşarak banyoya ilerledim. Üzerimde her zamanki gibi sadece Lorenzo'nun tişörtlerinden birisi vardı ve yemin ederim, gözlerinin kalçalarımda ve bacaklarımda gezindiğini hissedebiliyordum.

Neredeyse patlamak üzere olan sabah mesanemi boşaltıp, suratımı yıkayıp, dişimi fırçaladıktan sonra tekrardan odaya geri döndüm. Orta büyüklükteki yemek masasının üzerinde bir sürü kahvaltılık vardı. Patates kızartması, krep, kruvasan, bir sürü reçel, çikolata... Ama benim ilgimi çeken tek şey dumanı tüten kahveydi.

Masaya oturdum ve kendime bir kahve koyup, bir yudum aldıktan sonra keyifle iç çektim.

Lorenzo bana bakmadan tam karşımdaki sandalyeye oturdu. Bacak bacak üstüne atıp, tüm ilgisi elindeki tabletteyken, "Ye." dedi. Bana yandan bir bakış atıp tekrardan tablete döndü. "Ve yemeni söylerken birkaç parça alıp bırakmandan bahsetmiyorum. Gerçekten yemenden bahsediyorum."

Ah. Bugün cümle de kuruyorduk demek, öyle mi?

Bu defa onu uğraştırmadım. Hem gerçekten bu güzel kahvaltı masası iştahımı açmıştı. Ben keyifle kahvaltımı yaparken, Lorenzo da karşımda telefon görüşmelerini yapıp tabletten birtakım yazışmalar yaparak çalıştı.

Saatine bir bakış attı. "Acele etmemiz lazım." dedi. "Üç saat sonra Londra'da bir toplantıda olmam lazım."

Ona şaşkınca, biraz da heyecanla baktım. "Londra'ya mı gidiyoruz?" Geçtiğimiz aylarda Londra gerçekten benim evim gibi olmuştu. Kapalı havasına da, abartılı bir aksanla konuşan insanlarına da, sokaklarına da öylesine çok alışmıştım ki... Hem, ne olursa olsun kendi dilimin konuşulduğu bir yerde olmak bana iyi gelecekti. Tamam, hala bir mahkum olduğumu ve seçme hakkımın olmadığını elbette biliyordum. Ama hiç kimsenin doğru düzgün dilimi bilmediği İtalya'da olmak kendimi daha da yabancı hissetmeme neden oluyordu.

ATEŞLE OYNAMAK (İTALYAN SERİSİ#4)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin