Bölüm şarkısı: Gözlerine- Mabel Matiz
İstanbul...
Hava yeni yeni aydınlanırken, güneş daha yeryüzüne ısısını bile vermezken soğuk sokakta her zamanki ağacın kenarında yaslanmış sigaramı içiyordum. Işığı yanan pencereyi izleyeli ne kadar olmuştu bilmiyordum bile.
Sigarayı atıp son dumanı ciğerimden soğuk havaya yollarken kolumu kaldırıp saatime baktım, birazdan çıkacaktı. Siyah şapkamı kafama daha da bastırdım, yakamı yukarı çekerken yan binadan çıkan her zamanki takım elbiseli adama göz ucuyla baktım.
Tanımadığım bu adamın işe geç kalıp kalmadığını bile ezbere biliyordum bir yıldır, bazı zamanlar işe gitmediğinde endişe duyuyordum. Kafayı yediğimin küçük bir belirtisiydi.
Dakikalar sonra onun apartmanın kapısı açıldı, kalbimin ritmi değişti.
Erdal solgun ve mimiksiz suratıyla dışarı çıktı, kapıdan çıkmadan önce kapının önündeki çamura bastı, botunun kenarı kirlense de aldırmadan elini cebine koyup yürümeye başladı. Diğer elinde bir poşet vardı.
Yürürken sarsak adımlar atıyordu, kaşlarım çatıldı. Uykusuz olduğu için mi böyle sarhoş gibi yürüyordu?
Çöpün kenarından geçerken bakmadan poşeti içine fırlattı, birbirine çarpan şişelerin sesi neden sarsak adımlar attığını belirtmişti.
"Sabaha kadar uyumayıp içtin mi yine..." diye mırıldandım kendi kendime sinirle.
Ama ona sinirlenmeye hakkım yoktu.
Sokağın solundan yürüdüğünde aramızda mesafe bırakarak peşinden ilerledim.
Önümde yürüyen beden hem tanıdık bir o kadar da yabancıydı. Onun hep bebek gibi oluşunu gördüğüm için bu hali yabancı biri hissiyatı yaratıyordu. Gülmüyor, konuşmuyor sadece nefes alıyordu. Sokaktan geçen insanlar bile bu uzun boylu, sarışın adamdan korkar gibi bakıyordu.
Benim sarı bebeğimden, duruşundan korkuyorlardı.
Uzaktan içkici, hiç konuşmayan, gözleri kan çanağı olan biriydi çünkü. Ve hep siyah giyinen.
Bir yıldır onu farklı renkte bir kıyafetle görmemiştim. Siyah gömlek, siyah kazak, siyah tişört. Asla ama asla farklı bir şey giymiyordu. Saçlarını ise iki ayda bir kazıtıyordu, aynı askeriyede olduğu gibi. Saç ve sakalına dikkat ediyordu, bir asker gibi.
Onun uzun boyuna bakarken bir sigara daha yaktım, ezbere bildiğimiz yolu bir saat boyunca yürüdük. En sonunda mezarlığın önüne geldik, şehitliğe doğru yürüdü. Sarsak adımları düzene girdi.
Türk bayrakları ve bakımlı mezarların önünden geçip giderken, sağ tarafta kalan çiçeklerle dolu mezarın önüne geldi. Elini mezar taşının üzerine koydu.
Benim mezarımın.
Baş parmağıyla mermeri okşarken mezarın etrafına bakındı. Yan profilinden sinirlendiğini anladım. Bir şeyler mırıldandı, ardından eğilip mezarın içindeki poşeti iki parmağının ucuyla alıp elinde buruşturdu.
Haftada bir gelen annemin, hayvanlar yesin diye getirdiği bulgurun poşetiydi. Mezarın önünde unutmuş olmalıydı. Sıkıntılı bir nefes aldım, mezardan çıkar çıkmaz annemi arayıp bir dolu kızacağına emindim. Mezarın pis olması onu rahatsız ediyordu.
Hiç beklemeden kenarda duran bezi aldı, mezarın kenarlarını sildi. Yakında bulunan çeşmeye birkaç kere gidip gelip her gün silip temizlediği mezarı yeniden sildi. Bir şişe su getirip çiçeklere döktü.
Elimi cebime koyup onun mezarın başında oturmuş konuşmasını izledim, ne konuştuğunu duyamıyordum ve bu durum canımı sıkıyordu.
O konuşmaya devam ederken boynumu sağa sola çevirip tutulmuş boynumu rahatlatmaya çalıştım. O sırada gözüm mezarlığın ötesinde bir adam gördüm. Ağaçların kenarında duruyordu, daha önce görmediğim biriydi.
Ve tam olarak Erdal'a bakıyordu.
Bir ona bir mezarın başında oturan Erdal'a bakarken gözlerimi ayırdığım bir an adam ortadan kayboldu. Aynı anda Erdal'ın yürüdüğünü gördüm, gitme vakti gelmişti.
O geldiği yolu yürürken ben hâlâ kaşlarım çatık bir şekilde etrafıma bakınıyordum o adamı görmek için. Ama bir daha göremedim.
Mezarlıktan çıktığımız an Erdal telefonunu çıkardı ve birini aradı. Belliydi aradığı kişi.
"Neden çöpünü bırakıyorsun...." çatallaşmış, soğuk sesini duyduğum an yutkundum.
Çok fazla özlemiştim.