Bir sürü senaryo üretir insan beyni ve hiç durmadan düşünür; şöyle şöyle olursa nasıl olur, bu böyle olsaydı daha iyi olmaz mıydı, hay lanet orda neden öyle yaptım ki, ya ne aptalmışım hiç orda sessiz kalınır mı...
Falan filan.
Elbette benim iflah olmaz saksım da Akif Yağız'la karşılaşmamızın milyon farklı türde senaryosunu yazmış, beynimin içindeki sahnede kurup kurup durmuştu.
Işıklar değişiyordu kimi zaman; bir sol yanağına vuruyordu Akif Yağız'ın beynimde parıldayan ışık, bir sağ yanağına. Bazen hava kararıyordu, bir gece vakti yeniden karşılaşıyorduk onunla; ben yine zulam dolu sanıp bakmıyordum ama canım çikolata istediği ilk anda açtığım çekmecemin bomboş oluşuyla fıtı fıtı yürüyordum caddedeki markete ve o anda caddeden geçerken görüyordum onu arabasının içinde.
Bakışıyorduk saniyeler hatta belki dakikalarca.
Sonra gündüz oluyordu mesela, güneşli bir günde bir cafede otururken ben, birden Akif Yağız giriyordu içeriye. Birbirimizden habersiz olsak da sanki hisseder gibi yine birbirini buluyordu gözlerimiz. Uzun uzun yutkunuşlar gerçekleşiyordu aramızda, manalı bakışlar süzülüyordu.
Bunun gibi belki binlerce karşılaşma senaryosu vardı zihnimde ama hepsinde de tevafuken buluşuyordu bakışlarımız, hiçbirinde Akif Yağız kapıma gelmiyordu.
Beynim bile artık onun bana gelmeyeceğini çoktan kavramıştı sanki, hiç o toplara girip de beklentiye girmiyordu.
İşte tam da bu yüzden şimdi karşımda bir dağ gibi dikilen bedeni, bana gerçek gelmiyordu.
Kafayı çizdirmiş olma ihtimalim yüzde kaçtı?
Ben kafamdan geçerken beni de yanında götüren düşüncelerim arasında kaybolmuşken, birden sertçe esen rüzgârla ciğerimin tamamen Akif Yağız'ın kokusuyla doluşu döndürdü beni dünyaya.
O an kavradım gerçek olduğunu ve kalbim bir kez daha sancıdı.
"Git buradan," dedim burası neresidir diye sorsalar, evim diyeceğim göğsüyle bakışırken. "Doğum günü partime davetli olduğunu sanmıyorum."
Umarım sert çıkmıştır diye dua ettiğim sesime, yüzüne bakmadığımdan nasıl bir tepki verdi bilmiyordum ama hiçbir şey söylemeden durdu öylece. Ben de tekrar konuşma ihtiyacı gütmeden dizlerimi kırıp ayağına düşmüş ceketime uzandım lâkin benimle aynı hareketi yapan Akif Yağız'ın eli, benden hızlı davranıp ceketi aldı ve elleriyle nazikçe silkeleyerek koluna astı.
Allah'ım sen bana sabırlar ver.
İnatlaşıp bir kelime daha etmemeye karar vererek koluna astığı cekete uzandığımda hızlı bir manevrayla geriye çekti kolunu.
Bir tane geçireceğim şimdi kıymetlisine, sabaha kadar ağlayacak haberi yok geri zekâlının!
"Ver şunu!" dedim dişlerimin arasından tıslayarak. Yüzüne bakmayı düşünmediğim için ifadelerini tahmin yürüterek bulmaya çalışıyordum ve şu an zannımca acı kahvelerini ona bakmayan yeşillerime sabitlemiş, kemikli çehresi gerilmişti.
Yüzüne bakmamama sinirleniyordu beyefendi, emindim.
Oh olsun!
Yeniden kolundaki ceketime uzandığımda aynı hareketi tekrarladı fakat bu kez ona bir adım daha yaklaşmış olan bedenim, Akif Yağız'ın etkisi altına girecek diye düşünmekten sinirlenemedim bile. Zira kokusunu bu denli yakından solurken yapmak istediğim tek şey boynuna sarılıp saatlerce öpmekti, öfkelenmek değil.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Prensesler De Ağlar | DÜZENLENİYOR
ChickLit❗️Hikaye düzenlemededir❗️ Onun adı Ela Sever ama siz kısaca Prenses de diyebilirsiniz. Ya da son muhafazakâr bükücü. Seçim size kalmış. Y/N: Prensesler De Ağlar isminde yazılan ilk ve tek hikayedir. İsminin ve/ya içeriğinin (ç)alıntılanması durumund...