28 - Final Part II

393 33 6
                                    


Erva Aydın Yılmaz
Beş ay geçti o korkunç günün üzerinden. Yaşadıklarım bir kabus gibi aklımda dönüp duruyor, ama şimdi bir yandan da içimde filizlenen yeni bir hayatın tatlı telaşıyla yaşıyorum. Baran’ın kollarında hissettiğim güven, o günden bu yana hiç eksilmedi. Bebeğimizin varlığı, her geçen gün bizi daha da birleştiriyor, geleceğe dair umutlarımızı büyütüyordu. Ailemizle aramız bu son yaşanılan olayla birlikte daha da toparlanmıştı. Annem ve Melike Hanım neredeyse gün aşırı kapımızı aşındırıyorlardı. Baran hala “anne,” demiyordu ve Melike Hanım bu duruma üzülüyor beni “anne" demem için zorluyordu. Küçük bir çocukmuşum gibi heceleyerek öğretmeye çalışıyordu ancak içimden “teyze" demek bile gelmezken nasıl “anne” diyebilirim ki? Aramız ne kadar iyi olursa olsun asla bana yaptıklarını sineye çekmeyeceğimi bildiğinden Baran’ın tavrı da buna yönelik oluyordu. Kendi aileme bile set çekmişken Başak ve Melike Hanım’ı görmezden gelmeyeceğim.
Mert’in ölümünden sonra, ilk günlerimi korku ve endişe içinde geçirdim. Ama zamanla, o günün üzerimde bıraktığı derin yaraları sarmayı başardım. İçimdeki çelişkili duygularla yüzleştim; Mert'e olan öfkem ve acım birbirine karıştı. Onun trajik hikayesini anladıkça, içimde ona karşı derin bir üzüntü belirdi. Annesinin ihmali ve istismarı, onu bu hale getirmişti.
O da bir zamanlar masum bir çocuktu.
Doğru zamanda, doğru insanlarla karşılaşsaydı, kaderi bambaşka olabilirdi. Ancak yaşanabilecek en kötü ve en vahşet dolu hayatı yaşamak zorunda kaldı. 
Her sabah, Baran'la birlikte bebeğimizin ilk tekmelerini hissetmek, yaşadığımız tüm acıların üstesinden gelmemi sağladı. Baran, artık her zamankinden daha ilgili ve koruyucu davranıyordu. Belli etmese bile o günler bende olduğu kadar onun ruhunda ve sicilinde de iz bıraktı. Geçirdiği soruşturmadan zar zor aklanabildi. İlk zamanlar geceleri ağlayarak uyanıyordum ve ne zaman uyansam Baran yatak odasının balkonunda sigara içip, etrafı izliyordu. Uyandığımı fark edince de gelip beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir mezarı bile olmayan bebeğimi görüyordum hep rüyalarımda. Bazen çok mutlu bazen ise “onu korudunuz neden beni korumadınız?” diye soruyordu ağlayarak.
Geçmişin gölgeleri bazen üzerimize düşse de, birlikte atlattığımız bu zorlu süreç, aramızdaki bağı daha da güçlendirdi.
Bebeğimizin doğumuna sadece birkaç ay kaldı ve her geçen gün, onun varlığını daha çok hissediyorum. Karnımdaki her hareket, bana hayatın ne kadar değerli ve kırılgan olduğunu hatırlatıyor. Onun ilk nefesini alacağı anı düşündükçe, içimde tarifsiz bir heyecan, mutluluk ve biraz hüzün dalgalanıyordu içimde.
Mert’in anısını ve yaşadıklarını unutmamaya çalışıyorum. Onun trajedisi, bana hayatın ne kadar karmaşık ve acımasız olabileceğini gösterdi. Ama aynı zamanda, Baran’la birlikte kurduğumuz bu yeni hayatın kıymetini daha iyi anlamamı sağladı. Hem doğmamış çocuğuma yapılanlar, hem Mert’e yapılanlar bu dünyadan karnımdaki miniğimi daha fazla korumam gerektiğini gösterdi bana.
Bebeğimizin yüzünü ilk kez göreceğimiz gün, tüm bu acıların ve zorlukların sonunda ödülümüz olacak. Aynı zamanda da korkularımız büyüyecek.
Baran’ın sevgisi ve desteğiyle, kendimi her geçen gün daha güçlü hissediyorum. Hayatın bize getirdiği tüm zorluklara rağmen, birlikte olmanın verdiği güçle her şeyin üstesinden gelebileceğimize inanıyorum. Bebeğimizle birlikte, daha umut dolu ve mutlu bir geleceğe adım atmak için sabırsızlanıyorum.
İçimde filizlenen bu yeni hayat, bana geçmişi affetme ve geleceğe umutla bakma cesaretini verdi. Bu sefer, her şeyin daha güzel olacağına inanıyorum. Ve biliyorum ki, Baran ve ben, bebeğimizi sevgiyle ve güvenle büyüteceğiz. Yaşadığım o korkunç günleri asla unutmayacağım, ama aynı zamanda bu yeni hayatın bize getirdiği mucizelere odaklanarak, daha güçlü ve mutlu bir geleceğe yürüyeceğiz.
Buna canı gönülden inanmaktan başka ne gelir ki elimden?
Koltukta oturmuş, elim karnımda, Baran'la birlikte izlediğimiz filmden çoktan kopmuş, düşüncelere dalmıştım. Bebeğimizin minik hareketlerini hissederken, içimdeki huzur ve mutluluk dalgası beni sarmıştı. Baran’ın sesi, bu huzurlu anı bozarak beni gerçek dünyaya geri çekti.
"Senin ben geçmişini sikeyim orospu çocuğu. Kızı aldatmış bir de haklıymış gibi konuşuyor, sen olsan uzaya falan çıkar terk ederdin,” dedi gözleri gülerken. Sevgiliyken yapmamız gereken çoğu şeyi evlendikten sonra yapıyoruz.
Bir an boş boş ekrana baktım, sonra gülerek başımı salladım. "Pardon, yine dalmışım. Ne dediğini kaçırdım."
Baran, gülümseyerek başını iki yana salladı. "Biliyorum, sen yine o tatlı hayal dünyana daldın. Böyle bir şey olursa bana ne tür işkenceler yapacağının hayali...”
Gözlerimi kıstım, ekrana odaklanmaya çalışarak. “Beni aldatmak gibi bir gaflette bulunursan, seni ilk önce boğar ardından parçalara ayırırım. Kısaca ümüğünü sıkarım sevgilim.”
"Senin ellerin öyle bir hatadan sonra tenime değecekse bana koymaz. Senin tenin benim nefes aldığım tek yer.”
Gülerek ona döndüm. “Beni aldatmayacağını biliyorum, yalnızca korkuyorum ilk defa bu kadar sakin aylar geçiriyoruz.”
Baran, gülümseyerek elini karnıma koydu. "Evet, bu korkulacak bir şey değil. Bizim filmimiz yeni başlıyor ve sanırım bu filmde en önemli karakter burada," dedi, yumuşak bir sesle. "Ve biz bu karakterin en iyi hikayeyi yaşaması için elimizden geleni yapacağız."
Baran’ın sözleri içimi ısıttı. Ona doğru eğildim ve yanağına bir öpücük kondurdum. "Evet, bizim minik kahramanımız için en güzel hikayeyi yazacağız."
Baran, bana sevgi dolu bakışlarıyla karşılık verdiğinde içimde konuşan ve beni korkutan tarafım kendini geri çekti. "İşte benim sevdiğim kadın bu. Her zaman pozitif, her zaman umut dolu."
Gözlerim doldu, ama mutluluktan. "Seninle birlikteyken böyle hissetmemek mümkün mü? Sen ve bebeğimiz, benim en büyük mutluluk kaynağım oldunuz."
Baran, başını hafifçe eğerek bana yaklaştı ve alnımı öptü. "Bizim hikayemiz her zaman mutlu sonla bitecek, çünkü biz bunu hak ediyoruz."
Baran’ın bu sözleri, içimde bir sıcaklık ve güven dalgası yarattı. Filmin geri kalanını izlemek yerine, ona sarılarak oturmaya devam ettim. Bu anın huzurunu ve sevgisini, içimde sakladım. Çünkü bizim hikayemiz, birlikte yazdığımız en güzel senaryoydu.
"Erva, adam böğürtlen yedi," dedi ben onun kokusuyla mest olup, uykuya dalmak üzereyken.
"Ne? Ne olmuş?"
"Aşerdim diye tutturmadın?"
"Neyi aşermedim?" diye sorduğumda, bir süre düşündüm. Gözümün önüne erik canlandı. "Erik istiyorum ben," dedim. Sanki gerçekten yiyormuşum gibi damağımda eriğin ekşi tadını hissettim ve ağzım sulandı. "Erik istiyorum!" dedim, gözlerim parlayarak Baran’a baktım.
Baran gülerek başını iki yana salladı. "Erik mi? Şimdi mi?"
"Evet, şimdi! Hem de çok ekşi olsun, tamam mı?"
“Kendim kaşındım o yüzden paşa paşa gidip alacağım. Başka bir şey istersen de ara, geçen sefer yaptığını yapma.”
Teessüf edercesine suratına baktım. “Ne yaptım sanki?”
“Dört defa kapıdan içeri girmeden başka bir şey için markete yolladın ya papatyam onu diyorum. Telefon diyorum, icat edildi diyorum, arayıp söyle eve gelmemi bekleme diyorum.”
"He aynen aşkım ararım. Hadi git al gel benim yakışıklı kahramanım!" dedim, ona sıkıca sarıldım. "Sen ve erik, bu geceyi mükemmel yapacak."
 
3 Ay Sonra
 
Son üç ay hayatımızda hem huzur hem de tatlı bir heyecanla geçti. Bebeğimizin gelişi için her şey hazırdı; odası, kıyafetleri, hatta birlikte ilk dinleyeceğimiz şarkı bile seçilmişti. Ufak bir oyuncak plak aldık, telefona bağlanınca plaktan şarkı dinliyormuşsun gibi hissettiriyor. Baran'la birlikte geçirdiğimiz bu son dönemde, gülmekten karnımıza ağrılar girdiği anlar da oldu, duygusallıktan gözyaşlarına boğulduğumuz anlar da. Sadece ben de öyle olabilirim bilmiyorum. Ama ne olursa olsun, ikimiz de yakında hayatımızın tamamen değişeceğinin farkındaydık.
Her şey yolunda gibiydi ama içimde bir türlü durmayan bir gerginlik vardı. Sanki büyük bir fırtına öncesi sessizlik gibi... Ve bir gece, işte o beklenen an geldi. Baran, film izlerken yine bir şeylere gülerken ben odaklanamıyor, karnımdaki hareketlerin artışını hissediyordum. İlk zamanlar karnımın üzerine kafasını koyup dinlemeye çalışmasına hareketleri hissetmesine izin veriyordum ancak başlarda ufak ufak gıdıklar gibi olan hareketler zaman geçtikçe yerini can yakan tekmelere ve sert hareketlere bırakmıştı. O hareketleri hissetmek için yaklaştığında ise bazen izin veriyor bazen ise tersliyordum. Bu durum biraz canımın ne kadar acıdığıyla eş orantılı ilerliyordu. Son haftada olmanın vermiş olduğu korku ve gerginlik beni duygusal ve korkak birine çevirmişti resmen. Ani bir ses veyahut harekette oracıkta doğuracak kadar çok korkuyordum.
Baran yanımda uyurken, gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum resmen. Doğumda işlerin ters gitmesinden korkuyor ve onu kaybetmemek için Rabbime yalvarıyordum. Çünkü, doktor son kontroller de zor bir doğum olacağından bahsetmişti ve bir seçim yapılacaksa o kişinin ben olmadığımdan emin olmak ister gibi Baran’dan söz almaya çalışıyordum. Ancak bu neredeyse imkansız, her konuyu açtığımda başka bir şeyler söyleyip, konuşmama engel oluyordu. En sonunda ağlamam biraz da olsa dinince uzandım.
Aniden, bir sancı dalgası karnımdan geçip tüm bedenime yayıldı. Yatakta doğrulup bir anlığına nefes almaya çalıştım. Sonra bir tane daha… Ve bir tane daha…
“Baran!” diye çığlık çığlığa bağırdım, gözlerim dolmuş, nefes nefese kalmış halde. Baran bir anda sanki az önce uyuyan o değilmiş gibi kalktı ve ellerini sırtıma koyup sıvazladı. Beni sakinleştirmeye çalışırken, yüzündeki endişeyle karışık gülümseme, sabrının sonlarına geldiğini gösteriyordu. Yatakta hissettiğim ıslaklıkla, gözlerim daha çok doldu. “Altıma işedim yine, sancı çok sık geliyor tutamadım… Evde iç çamaşırı kalmadı,” her kelimeden sonra nefes almaya çalışıyordum, çünkü karnımdaki sancı kendini sık sık göstermeye başlamıştı. Yalancı sancılar böyleyse normali nasıl acaba belim ikiye ayrılıyormuş gibi hissediyorum.
“Erva, bir dakika, derin nefes al. Her şey yolunda, tamam mı?” başımı hızlıca salladım ve derin bir nefes aldım.” Yani, altına işemiyorsun belki de suyun gelmiş, doğum başlamış olabilir ama bu kadar panik yapmana gerek yok. Hastaneye gidelim.”
“Panik mi? Panik mi? Ne demek doğum başladı? İşiyorum işte suyum gelse anlamaz mıyım?" diye çığlık attım, bir yandan ağlayıp, derin nefesler almaya çalışıyordum.
Baran şaşkınca bir adım geri çekildi, ardından panik butonuna basmış gibi hızlıca etrafa bakmaya başladı. “Şimdiye geçmesi lazımdı kesin başladı,” Bir yandan koca bir bavul hazırlıyordu, diğer yandan üzerime montumu fırlattı.
“Nasıl başladı? Korkuyorum ben doğurmak istemiyorum!”
“Erva bunları tartışmanın sırası değil aşkım gidelim. Dedim ben o hastanede yatman gerektiğin söyleniyorsa yat dedim,” söyleniyordu eşyaları ararken.
“Bağırma bana canım yanıyor ve korkuyorum diyorum!”
“Bağırmıyorum papatyam,” bir an yaptığı işi bırakıp alnımdan öptü. “Şunları hazırlayalım bir an önce.”
“Ne yapıyorsun? Çantayı üç ay önce hazırladık zaten! Daha kaç kere bavul yapacaksın?” dedim, sabrımın iyice tükendiğini hissederek.
"Tamam, tamam, derin nefes al… Haydi hemen çıkalım, her şey yolunda olacak!" dedi, montumu ters giydiğimi fark edip hafifçe gülerken.
"Baran, ters giydirdin montu!” dedim, sinirden ve stresten dolayı aynı anda hem gülüp hem ağlamaya başlarken.
O sırada bebeğin bir tekmesini hissettim ve aniden durdum. "Sanırım o da sabırsız, hemen hastaneye gitmemizi istiyor," dedim, gülerek karnımı tutarak. Baran da ciddiyetini bozmadan başını salladı.
"Tamam, minik papatyamızla tanışma vakti geldi!" sancıların geçtiği anlarda kalbimin göğsümü hızla deldiğini hissediyordum. O kadar heyecanlıydım ki ve bir o kadar korkuyordum ki... Doktor hastaneye yat dediğinde yaşayacağımız son anlarımız olabilir diye kabul etmemiştim. Keşke etseydim…
Baran, bu kez elimi tutarak bana gülümsedi. "Her şey yolunda olacak, bana söz ver."
“Yürüyemiyorum,” bacaklarım sancı gelip gittiği için dermansız kalıyordu. Baran bavulu alıp arabaya yerleştirip, koşarak yanıma geldi ve beni dikkatlice kucağına aldı. Arka koltuğa beni yerleştirdikten sonra şoför koltuğuna geçip, arabayı çalıştırdı. “Baran,” dedim sancım bir gelip bir gittiği için şu anda söyleyebilirim diye düşündüm. “Eğer ters giden bir durum olursa…”
“Olmayacak!” dedi sözümü keserek ancak söylemekte kararlıydım.
“Eğer, ona bir şey olur da ben yaşarsam. Bu sefer seni affetmem Baran!” gözlerimden akan yaşı sildim ve derin bir nefes aldım. “Bana bir şey olursa kızımıza iyi bakacağına söz ver, eğer ki önceliğin kızın değil de ben olursam yemin ederim affetmem -” gelen sancıyla birlikte cümlem yarıda kesildi.
“Sana da ona da bir şey olmayacak!”
“Söz ver dedim!”
“Veremem,” araba hızla ilerlerken Baran gözlerini bir saniye yoldan ayırmıyordu.
Hastaneye vardığımızda her şey bir anda hızlandı. Baran, acil servisin kapısına yanaşır yanaşmaz, beni nazikçe arabadan indirip, bir tekerlekli sandalyeye oturttu. Sancılarım daha da yoğunlaşmış, bedenim her dalga geldiğinde parçalanıyormuş gibi hissediyordum. Baran ellerimden birini tutarken, diğer eliyle telefonunu çıkarıp doktoru aradı. Ben etrafımdaki ışıkları, sesleri neredeyse algılayamıyordum; her şey bulanıktı, her şey sancının ağır sisinde kayboluyordu.
Baran’ın sesi, uzaktan gelen bir yankı gibiydi. “Sakin ol, Erva, her şey kontrol altında… Nefes al, tamam mı? Derin nefes…” Ancak nefes almak bile zor geliyordu. Her sancı geldiğinde göğsüme bir taş oturuyor, sanki vücudum bir kavganın içinde çırpınıyor, bu kavgadan sağ çıkmaya çalışıyordu.
Hastanenin parlak ışıkları altında koridorlardan geçerken, kulaklarımda yankılanan tek şey, sancıların gürültüsünden bile daha fazla içime işleyen kalp atışlarım ve nefes alışverişimdi. Baran’ın elimi sıkıca tutuşu, o an dünyada beni yere bağlayan tek şeydi. Ama o da titriyordu, yüzündeki kararlı maskenin altında saklanan korkuyu görebiliyordum. Bir an gözyaşlarıyla dolan gözlerim onun açık kahveleri ile buluştuğunda, gözlerindeki yaşları ve korkuyu gördüm. Omuzları dik, başı yukarıda, sözleri ise her şeyin güzel olacağı hakkındaydı ama gözleri bunun tam tersini söylüyordu resmen.
Birden sancı o kadar güçlü vurdu ki, tüm bedenim kasıldı. "Baran, lütfen… Eğer bir şey olursa..." cümlem bitmeden nefesim kesildi, derin bir hıçkırıkla devam ettim, “Ona iyi bak, tamam mı? Beni seçme. Ne olursa olsun...” Gözlerimden dökülen yaşlar yüzümde soğuyordu, ama içimdeki korku sıcak, yanıcı bir nehir gibiydi.
Baran, gözlerini benden ayırmadan fısıldadı, “Erva, bu konuda konuşmayacağız. Her ikiniz de buradan sağ çıkacaksınız.” Ama yüzü o kadar gergindi ki, sanki her sözcükle inandığı şeyi zorla kendine kabul ettirmeye çalışıyordu. Bir an için göz göze geldik; içimdeki korku ve çaresizlik tüm gücüyle dışarı vurmuştu.
Doğumhane kapısına vardığımızda, her şey daha da hızlandı. Hemşireler etrafımda dönüyor, Baran’a talimatlar veriyorlardı. Ama ben sadece onu duyuyordum. Gözlerim ondaydı; beni bırakacakları, o kapıdan tek başıma geçeceğim anı bekliyordum.
Baran bir an için elimi bırakmak zorunda kaldı, ama hemen ardından yüzümü ellerinin arasına alıp gözlerime baktı. "Erva, sana bir şey olmayacak. Bize bir şey olmayacak. Güçlüsün, tamam mı?" dedi, sesi titrek, ama kararlıydı. Ancak ben sözümü tamamlamadan gitmelerine izin veremezdim.
“Baran,” dedim son bir kez. “Söz ver!” Bu sefer sesim daha çok fısıltıydı. “Ne olur, bir daha kaybedemem...”
Gözleri doldu, ama kendini topladı. “Papatyam, seni canımdan çok seviyorum. Ama böyle bir söz veremem.” Sözlerinin ağırlığı altında eğildim, ama artık zaman kalmamıştı. Hemşireler beni yavaşça içeri alırken, Baran’ın bakışlarını hissettim, sanki tüm dünyamı o bakışlara bırakıyordum. Etrafımda kim ne konuşuyor, ben nereye gidiyorum, üzerimdeki kıyafetleri neden çıkartıyorlardı algılayamıyordum şu an tek isteğim bebeğimin sağlıkla doğması ve bu sancının son bulmasıydı…
Kapı arkamdan kapanırken, gözlerimden akan yaşlar sessiz bir dua gibiydi. Fırtına artık başlamıştı ve ben ne olacağını bilmiyordum.
 
Baran Yılmaz
 
Doğumhanenin kapısı arkamdan kapandığında içimdeki dünya çöküyordu. Erva’nın o son sözleri zihnimin duvarlarına çarpıp duruyordu, "Söz ver! Ne olur, bir daha kaybedemem...” Ama bunu düşünmek bile içimi acıtıyordu. Ne olursa olsun, Erva’yı seçecektim. Onsuz bir yaşam… Hayır, bunu düşünmek bile dayanılmazdı. Ancak ilk bebeğimizi kaybettiğimizde yaşadığı çöküş çok büyük bir çöküştü ve bunu bir daha kaldırabilir mi? “Eğer, ona bir şey olur da ben yaşarsam. Bu sefer seni affetmem Baran!” çıldıracak gibi hissediyorum. Zihnim durmuyor, susmuyor, bana işkence etmek için canımdan daha değerli olan kadının sözlerini kullanıyordu. Affetmese de olur, en azından yaşar. “Siktir, siktir,” gözlerimdeki yaşları sildim. Derin bir nefes aldım.
Hayır, ikisi de sağ salim çıkacak bunları düşünmemin bir anlamı yok.
Koridorun sonunda bir sandalyeye çöküp ellerimi yüzüme kapattım. Düşüncelerim hızla zihnimde dönüp duruyordu. Kalbim deli gibi atıyor, her nefesim boğazıma düğümlenmişti. Bedenim sanki ağır bir taşın altında eziliyordu. Her şey o kapının ardındaydı, hayatımın en değerli iki varlığı orada savaşıyordu. Ben ise sadece bekleyebiliyordum. Bu bekleyiş… Sessiz, soğuk ve korkutucu bir karanlık gibi üzerime çöküyordu.
O içeride savaşıyor ve ben hiçbir şey yapamıyordum.
Telefonu elime aldım, ama ailemi aramak içimden gelmiyordu. Onlarla aramızda hâlâ soğuk bir mesafe vardı, geçmişten gelen çatlaklar kolay kolay kapanmıyordu. Karıma yapılanları bu durumdayken bile unutamıyordum. Sözlenen sözleri, dokunmaya kıyamadığım yüzünde patlayan tokatı, asla ama asla unutmayacağım. O an yapabileceğim tek şey Faruk’u aramaktı. O her zaman yanımızda olmuştu. Numarasını tuşladım, ellerim titreyerek telefonu kulağıma götürdüm.
“Baran? N’oldu, kardeşim, bir sorun mu var?” dedi telefonu açar açmaz. Sesindeki endişe beni rahatlatmak yerine daha da gerdi. Çünkü ben bile ne olduğunu tam bilmiyordum.
“Ameliyata aldılar… Zor geçecek, dediler…” Nefesim boğazıma takılmış gibiydi. Her kelimeyi zorla çıkardım. “Faruk… Erva beni seçersen seni affetmem dedi. Eğer bir şey olursa, ben Erva’yı seçerim. Kızım… Ama… Onsuz yapamam.”
Bir anlık sessizlik oldu, Faruk ne diyeceğini bilmiyormuş gibi. Sonunda derin bir nefes aldı. “Baran, kardeşim, seni anlıyorum. Bu çok zor bir karar. Ama bu kararı vermek zorunda kalmayacaksın. Erva’nın nasıl biri olduğunu bilirsin. İnatçıdır o kızını senin gibi küfürbaz bir herifle tek yaşamaya mahkum etmez.”
Ağzımdan belli belirsiz bir gülüş koptu. “Siktir oradan göt herif.”
“Tabi oğlum, sana bırakır mı kıymetlisini? Hatta iddiaya giriyorum ilk baba derse Erva 1 ay komaya girer kıskançlıktan.”
Söylediği sözler zihnimde canlandığında kalbimde az öncekinden farklı bir sızı oluştu. Kızımın bana baba diyeceğini hayal etmek bile kalbimin teklemesine neden oldu resmen. Ama bu hissi ilk defa hissediyordum. “Der değil mi?”
“Der tabi aslan kardeşim niye demesin. Erva’yı kudurtacağız daha. Sonra ilk aşkını yaşayacak falan bana bir ömürlük eğlence çıktı yemin ederim!”
“Çok şerefsiz ve orospu bir insansın. Ama içimi biraz olsun rahatlattın.”
“Aileleri aradın mı? Ben çıktım, geçerken onları da alayım.”
“Aramadım içimden gelmedi.”
“Tamam, ben arayım. Haber vermek lazım. Senin için de bu daha iyi olur.”
Dudaklarım titredi. "Tamam Faruk… Sen haber ver. Ben şu an onlarla uğraşacak durumda değilim."
Telefonu kapattıktan sonra başımı yaslayacak bir yer aradım, ama sanki koridorun soğuk duvarları bile bana yabancıydı. O kadar yorgundum ki, ama aynı zamanda yerimde duramayacak kadar gergindim. Faruk’un söyledikleri, yüzüme zorla bir gülümseme kondursa da içimdeki ağırlığı hafifletmemişti. İçimde kopan bu fırtınayı kimse dindiremezdi. Ne Faruk’un esprili lafları ne de başkasının tesellisi. Şu an o kapının ardında hem karım hem kızım savaş veriyordu. Ben ise burada, sadece bekleyebiliyordum.
Ellerimle saçlarımı karıştırıp derin bir nefes aldım. İster istemez gözlerim duvar saatine kaydı. Zaman akıyordu, ama benim için durmuş gibiydi. Her geçen saniye omuzlarıma daha da ağır bir yük bindiriyordu.
Faruk'un "Erva inatçıdır, kızını sana bırakmaz" diye şaka yollu söylediği sözler zihnimde dolanıp duruyordu. Elbette Erva inatçıydı, bu yüzden ona hayrandım zaten.
Ama ya...
Ya bu inat yeterli olmazsa?
Bu düşünce beni öyle bir boğdu ki, yerimden kalkıp yürümek zorunda kaldım. Dar koridor boyunca adımlarım yankılandı. Boğazımda bir düğüm vardı, yutkunamıyordum bile.
Faruk’un arayıp aileme haber vermesi bir yandan iyi bir fikirdi, çünkü onlarla yüzleşmek istemiyordum. Onların suçlamaları, gizli ya da açık eleştirileri... Karıma geçmişte yaptıkları aklımdan hiç çıkmıyordu.
O zamanlar gözlerinde gördüğüm o kederi, çaresizliği nasıl unutabilirdim?
Şimdi burada, bu durumda bile onların yüzünü görmek istemiyordum. Yanımda bile olmasa karımdan başka bir yolum, gidecek başka bir kapım yoktu. O kapı bana açılmasa bile.
Pelin diye bir arkadaşı vardı. Erva’yı istemeye gittiğimiz de pardon, istemeye gittiğim zaman bana, “Bu yapılanları o unutsa bile sen unutma, bugün onun tek ailesi sendin. Ona gerçek ailenin böyle bir şey olmadığını kanıtla, kanıtla ki yalnız olmadığını bilsin ve hissetsin,” demişti.
Şimdi karım içeride yalnız.  
Acaba, benim burada olduğumu biliyor mu?
Varlığımı hissediyor mudur?
Peki ya, kızım? O babasının varlığını hissediyor mudur?
Kalbime bıçak saplanmış gibi hissettim. Seçim yapmam gerekirse ben ne yapacağım. Kızımı seçmezsem… Onun dünyaya gelmesine izin vermezsem…
Nasıl bir baba olurum?
Nasıl yaşardım bu yükle?
Bir gün bana "baba" demeyeceğini bilerek ve bunu ben seçmişken nasıl yaşardım?
Ellerimle yüzümü sıvazladım. “Allah’ım aklımı kaçıracağım. Yardım et Rabbim. Biliyorum çok iyi bir kul değilim. Çok günahım var ama bu günahlarımı kızımdan ve karımdan çıkartma Rabbim benden çıkart.”
Duvar kenarındaki sandalyeye çöktüm, başımı ellerimin arasına alarak derin bir nefes aldım. Sanki nefes almak bile zorlaşmıştı. “Erva’yı seçerim,” dedim kendi kendime, sanki bu sözleri yüksek sesle tekrar etmek onu daha gerçek kılacakmış gibi. "Onun nefes almadığı bir dünyada yapamam."
Yumruk yaptığım ellerimi dizime vurdum. “Sikeceğim böyle işi, nefes bile alamıyorum ve bu heyecandan değil!”
İçimdeki o korku nefes almama bile izin vermiyordu. Kızımın varlığını inkâr etmek gibi bir şeydi bu. Eğer Erva’yı seçersem, onu asla tanıyamayacaktım. İlk adımlarını göremeyecektim, o minik ellerini tutamayacak, ona sarılamayacaktım. İki türlü de hayat benim için bitecekti. Bu düşünceler, boğazımı düğüm düğüm ediyordu. Ama Erva… Onsuz bu dünya neye yarardı ki?
Faruk’un lafları yankılanmaya devam etti zihnimde, “Bu kararı vermek zorunda kalmayacaksın.” Ama bu inanç, şu an bana uzaktı. İkisini de kaybetme ihtimali, kalbimde ağır bir taş gibi duruyordu.
Gözlerim kapıya kilitlenmiş, ardında neler olduğunu bilmediğim gibi, onların bir daha geri dönüp dönmeyeceğini de bilmiyordum. Kızım doğduğunda belki de onu sadece bir kez görebilecektim. Ya da hiç. Ya Erva’ya veda etmek zorunda kalırsam? Ya bu dünyada onsuz yaşamaya mecbur kalırsam?
“Bir dakika sus amına koyduğumun beyni, bir saniye sus!” Başıma vurdum sertçe.
Gece, hastane koridorlarında sessizlik ve karanlık hâkimdi. Saatler geçtikçe içimdeki endişe büyüyor, zamanın ne kadar yavaş geçtiğini hissediyordum. Faruk, ailemizi hastaneye getirdi. İlk başta yalnızdım, ama gece geç saatlerde, aileler hastaneye gelmeye başladılar.
 
Başak, ablam, hastane kapısına telaşla geldi. Gözlerindeki endişe ve merak her şeyden belliydi. “Baran! Ne oldu, nasıl geçti?” diye sordu, sesi titrek bir şekilde ve hemen ardından ekledi.  “Annem buraya gelemedi. Berrak’la evde kalıyor, çocuk korkar diye,”
“Başak…” dedim, annemin burada olmayışı hakkında yaptığı açıklamaya gülümseyerek. “Melike Hanım’ı beklemiyordum zaten,” diye ekledim.
Başak’ın yüzünde bir anlayış belirdi. “Tamam, Erva iyi olacak, inan bana,” dedi, sesindeki yumuşaklıkla biraz olsun rahatlamama neden oldu. Her ne kadar yıllardır görüşmesem de hala beni sakinleştiren bir ses tonuna sahipti. Sonra Erva’nın annesi İlknur Hanım telaşla hastaneye girdi. Arkasından eşi Gazi Bey de geldi. İlknur Hanım’ın yüzündeki korku ve endişe, içimdeki duygularla örtüşüyordu. Ancak yaptıklarından sonra Erva için korkup, endişelenmeleri inandırıcı gelmiyordu.
Kızları ölürken namus peşinde gezen ikili şimdi yine bir hastane koridorunda kızı için endişeleniyor öyle mi? dilimi dişlerimin arasına alıp ısırdım ve güldüm. Çünkü konuşmaya başlarsam hiç kimseyi burada tutmam. Ancak karım onları yanlarında ister, biliyorum.
Zaten tam da bu yüzden susuyorum.
“Baran, nasıl, iyi mi?” dedi İlknur Hanım, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak. Ama ben sadece başımı sallayabildim. “Bilmiyorum,” dedim, sesimdeki boşlukla birlikte. “Hala bekliyoruz. Doktor çıkınca her şey netleşecek.”
Gece ilerledikçe, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan beklemeye devam ettim. Aileler, endişeli bir şekilde hastane koridorlarında dolaşırken, ben hastanenin kapısına çıkıp bir sigara yaktım. Gözlerimi sigaraya diktim ve dumanın soğuk havada titreyişini izledim. Faruk, hemen yanıma geldi ve sigaramı yakmamın yanında, bana moral vermek için var gücüyle destek olmaya çalıştı. “İkisi de iyi olacak,” dedi Faruk, sessizce ama kararlı bir şekilde. “Erva ve kızın, her şey yolunda olacak, inan.”
Faruk’un sözleri içimi bir nebze olsun rahatlatsa da kalbimdeki endişe dinmek bilmiyordu. Sigaranın dumanı havada süzülürken, bir yandan hayatımın en önemli anlarından biri için bekliyordum belki de. Bu bekleyişin, her geçen dakikada içimdeki kaygıyı daha da artırdığını hissetmeme rağmen heyecanı da besliyordu. Faruk’un yanımda olması, bu zorlu anlarda en büyük teselliydi. Çünkü çenesini siktiğim yanıma oturduğundan beri susmadı. Bana saçma sapan davalardan bahsedip, aklımı dağıtmaya çalışıyordu.
“Tüfeği kaldıramıyor daha nasıl vuracak kadını? 15 yaşında yok çocuk. Kimliğini istiyoruz yok diyorlar. Bari diyorum T.C. verin onu da bilmiyoruz diyorlar. Kısaca oğlan bir şey yapmamış. Suç yıkıyorlar üstüne ama yer mi bunu Faruk yemedim tabi ki. Ben daha çok köfte, mantı falan seviyorum. Ismarlarsan yerim.”
“Hay senin çeneni sikeyim ya,” dedim kendini durduramayacağını fark edince.
Gururla yüzüme baktı, “Yapar mısın cidden?”
Gözlerim yuvasından çıkar gibi ona baktım. “Ne diyorsun lan sen?”
“Köfte diyorum ısmarlar mısın? Bu hastanenin köfte ekmeği güzel oluyor. Arada karnım acıkınca geliyorum.”
“Manyak mısın oğlum sen ya?”
“Yo!” Sabır çekerek kantine gidip köfte ekmek aldım.
Saatler ilerledi ve gece, yavaş yavaş günün ilk ışıklarıyla yer değiştirirken, hastanenin koridorlarında ve kapısında yoğun bir bekleyiş hâkimdi. Ailelerin geldiği andan itibaren, içimdeki gerginlik sabaha karşı daha da derinleşmişti.
Erdem yeni duymuş gibi koşturarak geldiğinde hepimiz kapıdan gözlerimizi ayırdık. “Ablam, yosun iyi değil mi? Yeğenim doğdu mu?”
Başımı olumsuz anlamda salladım. Erdem annesine dönüp, “Telefon alıyorsunuz ve beni uyandırmadan buraya mı geliyorsunuz?”
“Oğlum telaşlandık, ne yapacağımızı bilemedik,” diyerek Gazi bey eşi yerine cevap verdi.
Histerik bir gülüş tutturup, “Siz bu hastane kapılarında kıza neler çektirdiniz,” dedi benim içimde söylemek isteyip, karım yüzünden sustuklarımı söylediği için tebessüm ettim.
“Pişmanız, bir hata yaptık ve af diledik. Anne, babalarda hata yapabilir,” kaşlarımı kaldırıp başımı sallamakla yetindim.
“Gerçekten pes diyorum. Başka da bir şey demiyorum. Faruk abi aramasa götümde pireler uçuşacak.”
Derin bir soluk alıp ailesinden en uzak noktaya gittiğinde bakışlarımız tekrar kapıya döndü. Erdem küçüktü belki ama ablasını hiç kimseye ezdirmeyecek bir çocuktu. Yaşı büyüdükçe kendisine yapılanlara da ablasına yapılanlara da susmadı. Bulduğu ilk fırsatta laf sokmaktan çekinmedi hiç.
Günün ilk ışıkları hastanenin camlarından içeri süzülürken, doğum anının yaklaşıyor olma ihtimali, içimdeki umut ve korkunun birleşmesini daha da yoğunlaştırmıştı. Hastane kapısında, doktorun çıkmasını dört gözle bekliyordum. Her geçen dakika, bu bekleyişin getirdiği gerginliği artırıyordu.
Sonunda, doktor doğumhaneden çıktı. Yüzündeki ifade, yorgunluk ve derin bir üzüntüyle doluydu. Sanki göğsümdeki tüm kemikler kırılmış gibi hissettim. İçimde, doktorun kötü bir haber getireceğinden korkan bir sarsıntı vardı. O an, zaman durmuş gibiydi; gözlerim doktorun yüzündeki her detayı incelemeye ve bir sonuç çıkartmaya çalışıyordu. İçimdeki umut kırılma noktasına gelmişti. Bu anın sonunda, her şey netleşecekti ve ben de bu süreçte yaşadığım tüm duyguları geride bırakıp ya kafama sıkacaktım ya da yeni bir sayfa açacaktım.
 
8 ay sonra
Doğduğu günden beri evde aynı sahneyi yaşıyoruz. Papatya’ya gözlerimi dikip, yumuşak bir ses tonuyla “Ba-ba” diye heceliyordum. Her tekrarda, içimde bir kıpırtı, bir umut dalgası yükseliyordu. O minicik dudaklardan çıkacak o sihirli kelimeyi bekliyordum. Doğacağı gün ilk ondan vazgeçerim demiştim ancak şimdi hayatımın vazgeçilmez parçası, uğruna işkenceler görsem ses etmeyeceğim tarafım olmuştu resmen.
Baba olmak böyle bir duygu muydu?
Hep derlerdi büyükler, “Kadınlar, doğurmadan önce bile annedir ama erkekler bebeğini kucağına aldığı anda baba olur,” diye. Ne kadar haklı olduklarını ilk kucağıma aldığım anda fark ettim. Gözlerim doldu sevinçten, sevgiden.
İnsan sevgiden ağlar mı?
Ağlarmış. Baba olunca anladım.
Ona söylediğim ilk sözler hala aklımda ve hiç çıkmayacak. “Varlığım, tüm benliğim, kalbim sonsuza dek anne ve sana ait.”
Şimdi onunda bana ilk sözlerini söylemesini istiyorum. Basit bir hece, ama bir baba için anlamı tarifsiz. Yani, öyle diyorlar ve hep haklı çıktıkları için ilk baba desin istiyorum. Gözlerimin önünde büyüyen kızımın ilk kelimesinin “baba” olması, hayatımın en büyük armağanı olacak.
Ama o an gelmeden önce kapı çaldı. “Hayır, belki şimdi söyleyecekti bok mu var geliyorsunuz?” Faruk ve Erdem içeri girdiler, kahkahalarıyla salonu doldurdular. Onların gülüşüne Papatya’da eşlik edince az önce benimle birlikte somurtarak oturan kızımın yüzü geldi aklıma. Beni sevmiyor mu acaba? Herkese gülüyor, baba gelince domuşuk suratla oturuyor.
Ne zaman gelseler bu evdeki sessizlik yerini gürültüye, şakalaşmalara ve dalgaya bırakırdı. Papatya’nın yanına oturdular, ama hemen fark ettim; niyetleri belliydi. Bana selam bile vermeden kızımın yanına oturup, onunla oynamaya başladılar. Her ikisi de oyun oynar gibi Papatya’ya isimlerini fısıldamaya başladılar. Faruk, “Faruk de, hadi amcasının gülü,” diye eğlenirken, Erdem daha da ileri gidip “Erdem desin, senin adın zor. Hem ben öz dayısıyım çekil şuradan,” diyerek bana meydan okuyordu.
İçimde bir kıskançlık ateşi yandı, ama dışarı vurmadım. Gözlerimi kısarak onları izledim. Olmaz, olamaz, dedim kendi kendime. Papatya'nın ilk kelimesi 'baba' olacak, başka yolu yok. Ne kadar şakalaşsalar da bu iş ciddiydi.
“Yemin ediyorum, ilk baba yerine sizin adınızı söylerse sıçarım ağzınıza! Benim kızım ilk baba diyecek. İkinizden birinin adını söylerse vururum sizi, arkamı dönüp bakmam.”
Gülüşmeler bir anlık duraksadı ve hemen cümlemin bitişine Erdem şok içerisinde, “Yok ebesinin amı!” dedi, yüzündeki şok yerini alaycı bir gülümsemeye bıraktı.
“Çok meraklıysan adını dedirtmeye git kendi bebeğini yap, ona dedirt, benim kızımdan uzak dur sikerim belanı yoksa senin, sonra görürsün ebenin amını,” derken elim havaya kalktı ve kafasına sertçe vurup uyardım.
Ama o anın büyüsü başka bir şeyle bozuldu. Minicik, tiz bir ses salonun sessizliğini delip geçti. Bir an her şey yavaşladı. Papatya’nın dudaklarından çıkan kelime, sessizliği yararak kulaklarımıza ulaştı, “Amı.”
Zaman adeta dondu. İçimde bir korku dalgası patladı. Gözlerim yavaşça Papatya’ya döndü, o minicik elleriyle oynarken sanki hiçbir şeyin farkında değildi. Bir an Erdem’e baktım, şok ve şaşkınlıkla bakışlarımız buluştu. O sırada Faruk da yan gözle bana bakıyordu, suratında beklenmedik bir zafer ifadesiyle. Kalbim göğsümde deli gibi atarken, bir kez daha duyduk “Amı.”
“Yok, ilk kelimesi tabi ki küfür değil yanlış duyuyoruz değil mi?” Nefesim kesildi. Yutkundum. Beynim kelimenin anlamını kavramaya çalışırken, kalbim hızla çırpınıyordu.
“Yo, doğru duyuyorsun, amı diyor bariz,” diyen Faruk’un neşeli sesi kulaklarımı tırmalıyordu.
“Şu an ikinizi birden öldürmek geliyor içimden, o yüzden sessizce oturup, bekleyin. Küfür edeceğim edemiyorum da sikec- sakinim,” Bu anı nasıl geri alabilirdim? Kendi sesim bile titreyerek çıkıyordu sinirden.  “Kızım, hayır, o değil! O söz kaka! Ba-ba de sen. Hadi güzel fıstığım,” Dizlerimin üzerine çöküp Papatya’nın minicik yüzüne baktım, gözleri bana masumiyetle bakarken aynı kelimeyi tekrarladı. Panik içindeydim. “Hayır, onu söyleme, kızım! Ba-ba de... Ba-ba!”
Ama nafile. O minicik dilinin yanlış bir kelimeyle açılması, beni darmadağın etti, hayallerimin kağıttan bir gemi gibi batışını izledim.
Erdem, Erdem, seni bir yerde denk düşürüp, sikmez miyim belanı. Sıçmaz mıyım o ağzına. Kopartmaz mıyım o dilini senin.
 
Erva Aydın Yılmaz
Kapının önünde durdum, elimi tokmağa uzattım, ama içimden bir his bir adım geri çekilmeme sebep oldu. Aylar sonra kendime ayırdığım bu anlarda bile evdeki düzeni, Papatya’yı ve Baran’ı düşünmekten geri duramıyordum. Bekledim, belki açarlar dedim. Kapının ardında sessizlik vardı. Bugün hayatımdaki en değerli kişinin doğum günüydü. Umarım hazırlandığıma değer de Erdem ile Faruk mahvetmezler doğum gününü.  Derin bir nefes aldım, çantamdan anahtarımı çıkarıp kilide yerleştirdim, o tanıdık tıkırtıyla kapıyı açtım. Evin içine adımımı attım, kuaförden gelmiş olmanın verdiği özgüven ile. Saçlarım, uzun süredir ilk kez böyle hafif ve canlıydı. Aynadaki görüntüm bile yabancı gelmişti. Ama bu ferahlık bir an bile beni kendi içime çekmeye yetmemişti, aklım hep Papatya’daydı. Son aylarda kendime hiç vakit ayıramamıştım, her şeyimi ona adadım.
Geceleri uykusuz geçen saatler, emzirmeler, bebek ağlamaları…
Bazen Baran’ı boğmak istiyordum. O fosur fosur uyurken, ben kalkıp bebeğimi emzirmek zorundaydım ve o kalksa bile hiçbir şey değişmeyecek ben yine uyanık olacaktım. Ama kalksın diye tokat bile atmışlığım var. Artık Papatya ek gıdaya geçtiği için sütüm de azalmaya başlamıştı. Bu yüzden Baran’a emanet edip kuaföre gidebilmiştim. Aslında kuaför bahaneydi hem kocama doğum gününde güzel gözükmek hem de geceleri bile durmadan ba-ba diye heceleyip bu konuyla kafayı sıyırdığı için unuttuğu doğum gününü kutlamak istiyordum.
Birkaç saat bile ayrıldığımda içimde bir özlem kabardı. İlk defa bu kadar ayrı kaldık. Salona doğru ilerlerken, gözüm doldu. Birkaç saat uzaklık, bana ilk kucağıma aldığım anları hatırlattı.
Doğumhanenin soğuk ve metalik kokusu burnuma geldi. Her şey ne kadar zordu... Papatya’yı ilk gördüğüm an, o minicik ellerin, narin parmakların benim parmaklarımı ilk kez kavrayışı… Sanki dünya o an durmuştu. Onun kokusu hâlâ aklımda, soğuk duvarlar arasında ilk nefesini içime çekerken hissettiğim o tarifsiz duygu. Peki ya, o doğmadan öncesi? Kaç saat sürdüğünü bile hatırlamıyordum. Sancı çektim, çok zordu ama sancının verdiği acıyı tam olarak hatırlamıyorum. Zaman durmuş, acılar birbirine karışmıştı. Evet, zor bir doğum olmuştu. Minik kızım ters geliyordu. İnatçıydı, o sancılar arasında bile beklenilen açılma olmadı. Sonunda sezaryen kararı aldıklarında, içimdeki tüm korku ve endişe aynı anda patlamıştı.
Ama ne olursa olsun, ilk kez kucağıma aldığımda hissettiğim o sıcaklık, her şeyi silip süpürmüştü. Evi saran sessizlikle, bu kez kızımın sesini duymayı bekleyerek ilerledim. Adımlarım yavaşladı, kapı aralandı. O an, tüm yorgunluğuma rağmen kalbimde o ilk anın sıcaklığıyla yeniden buluşmak için yanıp tutuşuyordum.
Salona adımımı attığımda içeriye yayılan bir tuhaflık sezdim. Baran, Faruk ve Erdem, sanki bir sır saklıyorlarmış gibi, birbirlerine eğilmiş sessizce tartışıyorlardı. Papatya’nın yanında oldukları için seslerini alçaltmışlar, ama bu durum evde bir gerilim yaratmıştı. Anlaşılan yine Baran’ı kızdıracak bir şey yapmışlar ve ondan azar yerken Erdem kenara sinmiş Faruk ise gülmemek için dudaklarını kemiriyordu. Kapı aralığında kalakaldım. O an, tüm dikkatleri bana çevrildi. Faruk ve Erdem aniden bana baktı, Baran ise hızla toparlanarak gülümsemeye çalıştı.
“Hoş geldin, karıcım,” dedi Baran, sesi titrek ve telaşlıydı. “Nasıl geçti günün, anlat bakalım?”
İçimde bir huzursuzluk belirdi. Baran, saçımı bir milim kestirsem ya da kilo versem hemen fark eden adamdı. Banyodan çıktığımda bile “Çok güzel olmuşsun” derdi, en ufak bir değişiklik gözünden kaçırmazdı. Ama şimdi, saçımı boyattığımı bile fark etmeden sadece “Nasıl geçti günün?” diye sorması... Bir terslik vardı. Gözlerimi kısarak Baran’a baktım, burnuma kötü kokular geliyordu.
"Baran, ne halt karıştırıyorsunuz, hemen anlat," dedim şüpheyle.
Baran, tedirginlikle kıpırdandı, kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. “Yani... Şimdi... Şey...”
Ama o an minicik bir ses duyuldu: “Amı.”
Zihnimde o an yankılandı. Birkaç saniye, duyduklarıma inanamadım. Papatya mı demişti bunu? Gözlerim hızla Baran’a döndü. Yüzü kızardı, kaçamak bakışlarını benden uzaklaştırdı. Tam bir şey demek üzereyken Faruk devreye girdi.
“Amin... Amcasının gülü, amin,” diyerek hızlıca Papatya’yı kucağına aldı. O sırada Erdem’in yüzüne takıldı gözlerim; gözlerinde gülmemek için kendini zor tutan bir ifade vardı.
İçimdeki şüphe büyüyordu. Baran’a tekrar döndüm, bu kez bakışlarım daha sertti. Baran, Faruk’a kaçamak bir bakış atarak sanki teşekkür eder gibi göz kırptı. Ama bu bir şeyleri sakladıklarının bariz bir işaretiydi.
“Benim kızım az önce ne dedi?” diye sordum, sesimdeki tedirginliği saklamaya çalışarak.
Baran bu kez daha sakin, ama hâlâ gergin bir şekilde cevap verdi: “Amin dedi, karım.”
İçimde bir boşluk oluştu. Bariz bir şekilde Papatya’nın başka bir şey söylediğini sanmıştım. İlk kelimesini duyamamış olmak, ne söylediğini anlayamamış olmak beni içten içe yıktı. Gözlerim doldu, ağlamaya başladım. “Benim kızım ilk kelimesini söyledi, ama ben ne olduğunu anlayamadım öyle mi?” Baran ve Faruk’un gözleri bana çevrildi.
Lohusalık ne zaman biter tahmini çünkü eğer bitmezse bu duygu yoğunlukları beni bitirecek. Papatya’nın o an söylediği kelimenin ne olduğunu bilmemek, bir annenin hissetmemesi gereken en büyük hayal kırıklığıydı. Hani, anneler anlardı sadece bebeklerinin ne dediklerini? Ben niye anlayamadım? Kötü bir anneyim ben!
Gözyaşlarım bir kez süzüldü mü, arkası gelmiyordu. Boğazımda düğümlenen o acı his, sanki bir anda patladı. “Kızımın ilk kelimesini kaçırdım,” dedim. Göğsümdeki ağır yük daha da ezici hale geldi, nefes alamazmış gibi hissettim. Baran’ın “amin” dediğine inanmak istiyordum ama hiçbir şey mantıklı gelmiyordu.  “Küfür gibi geldi bana.” Ne duyduğumu anlamamış olmak, içimdeki anneye büyük bir darbe vurdu.
Bir yandan gözyaşlarımı tutmaya çalışırken, sesim titredi. “Ben... nasıl bir anneyim? Kızımın ilk kelimesini anlamadım bile...”
O an, Papatya’nın ağlamaya başladığını fark ettim. Onun küçücük gözlerinden süzülen yaşlar, beni daha da paramparça etti. Yüreğimdeki o derin üzüntü, katlanarak büyüdü. Minicik elleriyle bana doğru uzanıyordu, gözlerindeki o koca dünyanın sarsıldığını hissediyordum. “Beni ağlarken görmek onu korkuttu ve ben hala ağlıyorum durduramıyorum.”
Bir anda ne yapacaklarını şaşırmış gibi birbirlerine bakıp ardından bana bakıyorlardı. Baran, Faruk, Erdem… Her biri bana bakıyor, çaresizce hareket ediyorlardı. Ellerini havada sallayan Baran, bir adım atıp duraksadı. Faruk, Papatya’yı kucağına almaya çalışırken telaşla etrafa bakıyordu. Erdem ise gülümsemekle üzülmek arasında sıkışmış gibiydi, dudakları titriyordu.
“Benim yüzümden ağlıyor, kızımın ilk kelimesini bile anlayamadım, Kötü bir anneyim ben!” daha da hıçkırarak. “O kelime amin olamaz, bana hiç öyle gelmedi.”
“Hayır, karım, aşkım, bir tanem sen mükemmel bir annesin,” derken Baran yüzümü avuçları arasına alıp gözlerimden öptü. “Eğer illa birini suçlayacaksan mesela Erdem’i suçla bence çok kötü bir dayı.”
Baran’ın yüzündeki huzursuzluk o kadar belirgindi ki artık daha fazla saklayamayacağını anlamıştım. Papatya’nın ağlamasıyla içim iyice dağlanmışken, Baran’ın gözlerine baktım.
Derin bir nefes aldı ve sessizliği bozdu: “Erva... Şey... Aslında, Papatya...”
Bir an duraksadı, gözleri kaçamak bakışlarla Faruk’a ve Erdem’e kaydı. Erdem’in yüzündeki o tutmaya çalıştığı gülümseme sonunda belirginleşti. Benim içimdeki şüphe büyürken, "Doğruyu söyle," dedim titreyen bir sesle, artık sabrım tükenmişti.
Baran bir adım geri çekildi, yüzündeki suçluluk neredeyse gözle görülür hale geldi. “Papatya... Küfür etti.”
“Anlamadım, ne dedin? Ne etti dedin?” Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibiydi.
Baran hemen devam etti, “Erdem, söyledi vallahi, Papatya’da hemen ardından amı dedi! O... O yüzden oldu!”
Koluna vurabildiğim kadar sert vurdum. “Ya hala kızın yanında söylediğine bak!”
“Amı!” kızımın neşeli sesi benim daha çok sinirlenmeme neden oluyordu.
Erdem’in boğazında bir gülme sesi patladı, Faruk ise kafasını elleriyle kapatmış, gülmemeye çalışıyordu. İnanılmaz bir öfke ve hayal kırıklığı kapladı içimi. Papatya’nın ilk kelimesi... “Bir küfür.” Gözlerimi sımsıkı kapattım, sanki bu gerçekle yüzleşmekten kaçmak istiyormuşum gibi.
 
“N-Ne dedi tam olarak?” diye sordum, ama cevabını biliyordum. Baran başını öne eğdi, yüzünde mahcup bir ifade vardı.
“‘Amı’ dedi,” diye itiraf etti. Sözcük odada yankılandı. Koca bir boşluk... Sanki duymamak için elimden geleni yapıyordum, ama gerçek her yanımı sarmıştı.
Papatya, bana benzeyen gözlerini silerken, babasına benzeyen burnunu çekti. İki yandan topladığımız sarı kısa saçlarındaki toka saçının en ucuna kadar gelmiş, üstünde evden çıkmadan önce yaptığım çorbanın kalıntısıyla duruyordu. “Beyler, yukarı çıkıp Papatya’nın üstünü başını düzeltin temizleyin,” dediğimde sesimdeki sakinlik gülüşlerini noktalamalarına neden oldu. “Hemen!” dişlerimin arasından söylediğim şeyle ilk Baran hareketlendi. “Sen dur Baran bey, seninle konuşacaklarımız var!”
Sanki, arkadaşlarıyla oynamaya yollamadığım bir çocuk gibi yüzü düştü ve işaret parmağını sallayarak birkaç küfür mırıldandı. Faruk ve Erdem, Papatya’yı giydirmek için yukarı çıktığında Barana doğru bir adım attım ve üstündeki beyaz gömleğin kirini umursamadan yakasına yapıştım. “Yok, ilk kelimesi baba olacak, baba olmazsa çok üzülürüm. Anne demesin, baba desin. Adını da ben koyacağım. Zartta ben zurtta ben! Ne oldu?”
“Karıcım, şimdi medeni iki insan gibi konuşalım gel,” diyerek ellerimden tuttu ve yakasını bıraktırdı. Koltuğa oturup beni kucağına çektiğinde elleriyle yüzümün önüne gelen saçlarımı geriye doğru taradı. “Ben de çok kızdım ama ne yapalım oldu bir kere, özür dileriz.”
Bu sefer gömleğinin yakasını hesap sormak için tutmadım. O kadar masum ve tatlı geldi ki… Dudaklarının kenarından öptüm ve bende gülmeye başladım. “İlk kelimesi daha da kötü bir şey olabilirdi yine de iyi bununla yırttık,” dedim gülüşlerimin ve öpüşlerimin arasında.
“Kızmadın mı?”
“Kızdım, hem de çok kızdım ama bugün iyi tarafıma denk geldin.”
Baran dudaklarımı dudaklarının üzerine kapattığında özlemle kavrulduk. İçimde sevdiğim adama karşı asla bitmeyen ve tükenmeyen, tükenmek şöyle dursun daima artan bir istek vardı. Bu isteğimin karşılıklı olması da bizi harlayan şey olmalıydı. Dudakları dudaklarımı özenle ve aşkla öperken dillerimizin birbirine dolanmasıyla birlikte titredim. Baran'ın her öpüşünde hızlanan kalbim yine aynı etkiyle hızlanmıştı. Tüm bedenimde yankı bulan karıncalanma hissiyle birlikte kollarımı boynuna doladım. Kollarımı boynuna dolamamla eli belimi buldu ve beni kendisine doğru çekti. İçimizde yanan ateş etrafımıza dağılırken alt dudağımı dişlerinin arasına alarak kendisine doğru çekiştirdiğinde dudaklarımdan ufak bir inilti kaçtı. Çok seviyordum. Yemin olsun ki o kadar çok seviyordum ki her dokunuşunda, her bakışında içim daha çok yanıyordu bu sevdayla. Dudakları o kadar güzel kavrıyordu ki dudaklarımı o kadar biz gibiydik ki, o kadar onun gibiydim ki o da o kadar benim gibiydi ki bu uyumun güzelliğiyle kalbim ezildi. Dili dilimi, dudakları dudaklarımı talan edip savaşır gibi sevişirken yer ve zamana dair hiçbir şey kalmamıştı içimizde. Sadece o ve ben vardır bir de bizi bizden eden tutkumuz vardı. Hislerimiz yoğundu. İlk gün ki gibi, ilk temasımız gibiydi. Yanıyorduk, kül oluyorduk ve sonra bir kere daha o küllerden doğuyorduk.
Baran'ın dudaklarıyla kavrulurken nefesini, bu duygunun kalbimdeki alevi nasıl harladığını hissettim. Zamansız bir biçimde, sadece o ve ben, yoğunluktaydı. Sanki nefes almak bile gereksizdi. Dudaklarımızın savaşı içinde ölüp, yeniden doğuyordum. Baran'ın elleri, belimi sardıkça içimde büyüyen tutkunun ağırlığı beni tüketmişti. Alt dudağımı dişlerinin arasından çıkarken ortaya çıkan inilti, içerideki arzuyu daha da alevlendirdi. Onun her dokunuşunda biraz daha ona ait olmak, biraz daha yakın olmak istiyordum.
Tam bu anın içinde yanarken...
Bir öksürük sesiyle gerçek dünyaya geri çekildim. Aniden Baran'dan sıyrıldım ve saçlarımla kıyafetimi düzeltmeye çalıştım. Yüzüm ateş gibi yanıyordu, kalbimde göğsümde atıyordu, basılmanın verdiği karışık bir telaş içinde. Ben utançtan yerin dibine girmek isterken, onun hiç umurunda değildi. Dudağında hafif bir sinirle karışık, gülüş mevcuttu. Bir gözlerime bir dudaklarıma baktı ve ardından ayaklandı, öfkesini saklamadan arkasını döndü ve odadaki sürprizlerle yüzleşti.
Faruk, kucağında küçük Papatya'yla kapının eşiğinde durmuş, sırıtarak bize bakıyordu. Normalde o piçimsi gülüşünü görmezden gelmem zor olurdu, ama bugün... Bugün her şey farklıydı. Kızımız, o sarı balerin eteğiyle adeta bir peri gibi, odada ne olup bittiğini anlamaya çalışır gibi bakınıp, ardından tatlı tatlı gülümseyerek etrafa ışık saçıyordu.
Bir Papatya’nın saf tatlılığına direnmek zaten imkansızdı.
Erdem de yan tarafta, elinde titrek mumlarla süslü bir pasta tutuyordu. Tam bu anda, Faruk'un neşeli sesi odayı doldurdu maalesef, “İyi ki doğdun! İlk hediyeni de aldığına göre, pastayı üfle artık!”
Baran’ın yüzündeki ifade bir anda değişti. “Kızımın yanında küfür etmeyeceğim," diye söze başladı ve Faruk'a bakışlarıyla meydan okuyarak devam etti, "Ama gelişimini kötü yönde etkileyebilecek şeyler yaparım, üzerinde Faruk. Karımı utandırma.” Ardından alnımı öpüp, beni kendisine biraz daha yaklaştırdı.
Erdem ve Faruk aynı anda “İyi ki doğdun” şarkısını söylerken Baran’ın sinir bölgesini terk etmekte olduğunu hissettim. Gözleri pastaya, sonra minik Papatya’ya kaydı. Belli ki içindeki öfke, kızının yüzündeki gülümsemeye teslim olmuştu.
Ben de artık dayanamayarak, “İyi ki doğdun kocam!” dedim ve onu kendime çekip yanağını koklayarak öptüm. Baran da aynı sıcaklıkla karşılık verdi, “Asıl siz iyi ki doğdunuz!” diyerek kalbime dokundu. Bu adam, şu an resmen kalbimi eritiyordu.
Baran, Papatya’yı kucağına alıp, pastadaki mumları üfledi. O sırada minik ellerini pastanın kremasına sokan Papatya’ya ikimiz de bakıp kahkahalarla güldük. Baran, kızımıza dönerek, “Ömrümden ne kadar istersen senindir, Papatya’m,” diye fısıldadı sevgiyle.
Gözlerim Baran’a kaydı. Bir an duraksayıp gülümsedim, “Ömründen niye isteyeyim Baran?”
Baran’ın anlamadığını yüzünde oluşan şaşkın bir ifade ile fark ettim. Papatyam diye bana söylemedi mi? Ona bakarken gözlerimi kıstım, “Resmen dışlanıyorum, farkında mısınız?” dedim ve diğerlerine döndüm “Baba-kız arasında yerim kalmadı artık görüyorsunuz değil mi?”
Tam bu sırada, Papatya ellerini babasına doğru uzatıp eline bulaşan pastanın kremasını gösterdi ve tatlı sesi odada tek bir insanın kalbini hedef aldı.
“Baba!”
Baran’ın gözleri ışıldarken, gözyaşlarına karışan bir gülümseme dudaklarına yayıldı. Kızının o küçücük ağzından çıkan “Baba” kelimesi duymak, ona dünyanın en büyük hediyesi olmuştu. O, tarifsiz bir mutluluk içinde Papatya'ya “Baban kurban olsun sana, ölsün yoluna, söyle kızım, benim aşkım, söyle babam,” diyerek kızını öpüyordu. Papatya sakallarından rahatsız olup mızmızlansa da bu halinden memnun olduğu mırıldanmalarının arasında kopan gülüşlerinden belliydi.
Ben ise usulca geriye yaslanıp onları izledim. İkisini bir arada görmek içimi öyle bir huzurla doldurdu ki, adeta dış dünyadaki her şey eriyip gitmişti. Bir babanın kızına olan sevgisini izlemek, dünyanın en sanatsal anıydı sanki.
Papatyalar öldükleri zaman yeniden açabilirmiş. Ben öldüm ve yeniden açtım. İnsan sevilmediği yerde ölür, sevildiği yerde yeniden açarmış. Ben yaşadıklarımla ölüp de Baran'ın sevgisiyle yeniden açarken aynı zamanda büyüdüm de. Sevgiye muhtaç küçük bir kız çocuğuydum. Baran'ın sevgisiyle kocaman bir kadın oldum. Sonra sevgimiz dallandı, budaklandı anne oldum.
Sonra...
Sonrası da gelecek.
Sonrası bilinmezliğin içinden de gelse gelecek mutluluktu. Çünkü gelecek sevgiydi. Gelecek huzurdu. Gelecek bizdik ve gittikçe daha da kalabalıklaşan ailemizdi. Ne demiş Atilla İlhan; Ben sana mecburum, bilemezsin. Biz, birbirimize mecbur ve mecnun olduk. Hayat önümüze daima zorluklar, ayrılıklar çıkarttı. Bazen yanımda yoktu ama hep kalbimde varlığıyla beni asla yalnız bırakmıyor ve sevgisiyle taçlandırdığı beni asla bırakmayacağını, eninde sonunda, öyle ya da böyle, yıllar geçse bile gelip beni düştüğüm o yalnızlık çukurundan çıkartacağını biliyordum. Çünkü biz, her fırtınanın ardından yeniden açacak Papatyalar gibiydik; köklerimiz birbirimize sarılmış, asla kopamayacak kadar bağlıydık.
Sevgiyle büyüyen her çiçek, kışın karanlıklarında bile umut taşır ve her şeyin bir sonu vardır ancak her son yeniden buluşmanın tohumlarını taşır.
 

Sevda KurşunuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin