Masanın üstünde durmasına rağmen elimle tuttuğum kahve bardağı -dumanı üstünde tütmesine karşın- elimi yakmıyordu. Belki de içimde ki yanma hissi o kadar kuvvetliydi ki ben elimin yanmasını hissedemiyordum. Suskunluğum neyeydi veya kimeydi, bilmiyordum fakat hat safhaya ulaşmış sessizliğim ile etrafımdaki herkesi rahatsız edici bakışlarımla baştan aşağıya bir kez daha süzdüm.
Çevrede ki herkese, dünya üzerinde bulunan tüm insanlara bir sır kutusu olmam, kendi etrafıma aynadan duvarlar örmem tamamiyle benim seçimimdi. Küçük yaşta tanıştığım, tozpembe kitap karakterleri ile tanıştığımda aldığım seçimi, tuttuğum aynaları hayat boyu sürdüreceğime inansam da tanıştığım o 'gamzeli çocuk' seçimimin üstünü karalamış ve sır kutusunu hafifçe aralamıştı.
Bana göre; Pandora Kutusu açılmadan önce de insanlar kötüydü ve can yakarlardı. Bu; onların doğasında vardı, Pandora Kutusu hiçbir şeyi değiştirmemiş, belki birazcık da kötülüklerine 'ekleme' yapmıştı.
Rahatsız edici bakışlarımı rahatsız edici sessizlikte, iki parmağım ile üstten tutup döndürdüğüm kahveye diktim. Etrafımda olan biteni dikkate almıyor, sadece kahvenin içinden çıkıp giden dumanların havaya karışmasını ve etrafa dağılmasını izliyordum. Duman, önce açık kahverengi, yumuşak tatlı sıvıdan ayrılıyor ve kâğıt bardağın ince duvarlarını geçerek, özgürlüğün tadını çıkartırcasına etrafa dağılıyor ve o yumuşak tatlı sıvının kokusunu geçtiği her yere bırakıp gözden kaybolarak havaya karışıyordu.
Şu an insanlar için gerçek anlamda, tam bir görünmezdim.
Pembe Saçlı, ismini bilmediğim arkadaşım(?) aramalarıma cevap vermiyor, mesajlarıma dönmüyordu. Gitmiş olduğu gerçeği beynimde yankılanıyor ve beni üzüyordu. Hâlbuki gideceğini hep söylerdi. İşi bittiğinde gidecekti fakat ben, bana hangi noktada yardım ettiğini anlamamıştım. Öylesine gelip gitmişti hayatımdan.
Tren istasyonunda, yıllarca beklediği halde bir türlü beklediği gelmemiş, sevdiğine kavuşamamış, hayatın acılarını sırtına alan, mutluluklarını ise; küçük çaplı, deri kumaşlı bir bavula kapatan ve sonsuza dek saklayan, o omuzları düşük yüreği büyük adam gibi yalnız, sessiz ve görünmez hissettim kendimi.
Kantindekiler çoğunluk olarak çok yaklaşan maçtan ve diğer çeşitli konulardan bahsederken ben sessizce ve yalnızlığımla oturmuş kahvemi yudumluyor, rahatsız edici bakışlarımı insanlara yönlendiriyordum.
Derin bir nefes alıp dumanın nasıl çıktığına kadar gözlemlediğim kahvemden bir yudum alarak yumuşak tadın boğazımdan aşağıya kaymasını hissettim.
Kantinin geniş kapısına son kez diktim gözlerimi. Ara sıra öğrencilerin oluşturduğu grupların girip çıkmasına rağmen, beklediğim kişi hala gelmedi. Her an, o siyah saçlı, yanağının gamzesi bulunan ve kalbimin ritmini değiştiren çocuk, çıkıp gelecek gibiydi, gelmedi. Teneffüsün bitmesine az kaldığını düşünürken zil çaldı.
Gelmemişti.
Kahve bardağını o an ki 'ekilme' duygusuyla ve bu duygunun vermiş olduğu sinirle kafaya dikip, o yumuşak tadın bu sefer sertçe geçmesine sebep olmuştum. Dişlerimi birbirine bastırıp sıcak kahvenin boğazımı yakarak aşağıya inmesine izin verdim.
Üzerinde renkli desenlerin bulunduğu karton bardağı buruşturup masaya bıraktım. Tüm kırgınlığımı, kızgınlığımı ve sinirimi sesime vererek etrafımdaki hiç kimsenin duyamayacağı şekilde fısıldadım; "İyi düşün, belki gebermiştir Cennet."
Saçmaladığımı fark edince suratımı buruşturdum. Ekilmenin vermiş olduğu acı, omuzlarıma döküldüğünde ağır hareketler ile merdiveni tırmandım. Buruşturduğum bardağı masanın üzerinde terk ederek çantamı yan tarafımda bulunan boş sandalyeden alıp sınıfa doğru yollandım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEN GRİ
ChickLitMeraklı biri olduğum, inkar edilemez bir gerçekti. Ben; tozlu kütüphane raflarının arasında nefes alan, okuduğu bir kitabı yahut cümleyi, satırı, paragrafı defalarca, ezberlercesine tekrardan okuyan. Kitabı okumayan aksine onunla nefes alan, on...