25.RENK: ÇİRKİN

2.3K 142 70
                                    


Wattpadden takip etmeyi unutmayın! <2+1

Ayrıca Youtube Kanalıma beklerim.

Bir hafta sonra.

Gitti.

Kafam da yankılanan tek kelime, tek sözcük ve beş harften oluşan kelime kümesi, ne kadar acıtabilir? Hayatımda bir anda var olmuşlardı, ben daha ne olduğunu dahi anlayamadan merkezine geçmiş, onlar yönetmiş ve yine hiçbir şey anlayamadan defolmuşlardı hayatımdan. Ama beynimden değil. Bir hafta, yedi gün boyunca gidenleri düşünmüş, derin nefesler içime çekmiş ve kendime verdiğim sözün tam aksi olarak insanlardan daha bir kopmuştum.

Beynimde ki ses tekrar yükseldi: Gitti. Gittiler. Seni terk ettiler. Anla Cennet, fazlasın bu hayata.

Onu susturmayı, haksız olduğunu söylemeyi ne kadar çok isterdim... Elimde bir balyoz olsaydı şayet, kafama saplar, son demlerine kadar beynimdeki sesi hisseder ve daha sonrasında huzura kavuşurdum. Acılı bir ölüm istiyordum; sebebini bilmiyor, sadece istiyordum. Son demlerine kadar, son anına kadar ve en son nefesime kadar acısını, kanamasını ve belki de baskısını hissedebileceğim; son nefese kadar hislerimi kullanabileceğim bir ölüm...

Ölümün yakışmadığı tek insan evladı var mıydı, acaba?

"Cennet Hanım, biri geldi; sizi görmek istiyor?" Ailemin dahi umudu kesilmişti benden. Neden umut beslesinler ki? Beceriksiz, salak, yeteneksiz ve düpedüz; aptal kızlarından neden umut beslesinler?

Her şeyi boş verip hiçliğin kıyısında, enkazın hissedilebileceği en güzel yerde; ruhumun kenarına kurulmuş, olanları izliyordum. Parçalanmış ruhumu elime alıp dikiş tutmaya bile çalışmamıştım; gerek görmemiştim. Bir insan, nasıl olurdu da umudunu kesebilirdi yaşamdan?

Canlı kanıtıydım.

"Cennet?" Elimdeki deftere son noktayı koyup kalktım masadan. Ben kapıya ulaşana kadar mürekkep kurumuştur, eminim. Neden bu ayrıntıya dikkat ettiğime dair tek fikrim yoktu; odak noktamı dahi kaybetmiştim.

Uzanıp beyaz kapıyı açarak eve benim için gelen hizmetliye baktım; neydi adı?

"Aşağıdalar efendim, öğretmeniniz olduğunu söyledi." Söylediklerini dinlememiştim bile, aşağıya inmek için merdivenlere yönelmiş salonda oturan hocamı görmüştüm. Görmem yetmiyordu... Kesinlikle yetmiyordu...

Omzumdan aşağı sarkan, mısır püskülüne dönmüş saçlarımı yüzümden çektiğim zaman; ruhum ne olduğunu kavrayamamış, parçalanmış haliyle durumu çözmeye çalışırken, bedenim çoktan kendini öğretmenimin kollarına atmıştı. Bir öğretmenin kollarına atılıp ağlayacağımı söyleseler, muhtemelen onlara 'rahatsız edici' bakışlarımı atar, rahatsız ederdim. Yumuşak bir baskının saçlarımdan aşağı yukarı hareket ettiğini hissettiğimde bunun dünyanın en mükemmel şeyi olduğuna kanaat getirmiştim: Sevdiğinin birinin kollarında ağlamak.

Ağlamak, ister kabul edilsin, ister edilmesin ama dünyanın en rahatlatıcı, huzur verici şeyiydi. Ağladığımız zaman, dökülen her bir gözyaşı aslında bizim, biz de kalmasını istemediğimiz şeylerdi. Ağlamak iyiydi.

Hissettiklerim, kalemime sığmayıp taşacak kadar güçlüydü; ruhum kabul etmiyordu. Bir yabancıya bu kadar sıkı bağlanamazdım; aramızda doğru düzgün muhabbet dahi geçmemişken. İnsanlardan nefret edip nasıl oluyordu da onlara bu kadar çabuk bağlanabiliyorum? Evet, cevabı Arda gittiği zaman da kendime, kendim vermiştim. İlgi görmeyen bir insan; en ufak ilgi verene bağlanırdı, ister istemez.

BEN GRİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin