Direniş - Otuz İkinci Bölüm / Anne (Kısım 1)

2.3K 188 87
                                    


"Venus. Artık uyan, lütfen uyan..."

Omuzlarından tutmuş Venus'ı sarsıyorum; gözleri hala kapalı, bilincinin de bundan pek bir farkı olduğu söylenemez. Doğrusu nefesleri düzenli olsaydı bu kadar endişe etmezdim ama kesik kesik soluklanışı beni korkutuyor: Krista'nın ardından bir Direnişçi'yi daha kaybedemem.

Bir tarafta, cam fanusun içinden yere dökülen sıvının üzerinde baygın halde uzanan Hazel; ve diğer tarafta Hazel'ı görmenin etkisiyle bayılıveren Venus. Arkamızda Roxielerle büyük bir çatışmada olan diğerleri varken ben; devam etmem gerektiğini bile bile Venus'ı uyandırmaya çalışıyorum. Bunun, cesaretsizliğimle bir alakası yok; yola kendim de devam edebileceğimi biliyorum ama beraber devamını getirdiğimiz bu yolda Venus'ı yalnız bırakamam, onun beni bırakacağını bilmeme rağmen.

"Kızıl!" diye bağırıyor biri; kafamı çevirince onu görüyorum, Richard'ı. Eh, başka bir deyişle babamı. Kaşlarımı çatarak onu yanıtlıyorum.

"Evet?"

"Koş!"

Ne olduğunu anlayamadan üzerime gelen iki ateşle beraber yere yatıyorum, Roxieler beni hedef almış. Ağzıma gelen ilk Rusça küfürü savurup yerden destek alarak ayaklanıyorum. Venus'e olan bakışlarım, "Üzgünüm, dostum. Devamında yalnızsın." der gibi. Derin bir nefes. Ciğerlerimin rahatlaması gerek.

Sonrasında, bir ceylan kadar hızlı ve seke seke koşmaya başlıyorum; saçlarım havada süzülüyor ve üzerime ateş edildikçe duvarlara yapışıyorum. Bir yandan da yanından geçtiğim cam fanuslara mermi sıkmakla meşgulüm; aramıza dönen her can, artı bir güç demek.

Saçlarım, kesmiş olmama rağmen bu kadar hızlı koşunca yüzüme yapışıyor; bu da gözlerimi kırpıştırmama sebep oluyor. Tekrardan küfrediyorum, Venus yanımda olsaydı bu kadar güçlük çekmezdim. Hey, hey hey, sanırım az önce Venus'ın, gerçek bir savaşçı olduğunu kabul etmiştim. Bu düşünce ile beraber, alnımda ışıklı bir tabela gibi beliren "KAYBEDEN" yazısını hayal edebiliyorum. Hah.

Yanından geçtiğim her fanusta onu arıyorum: Kızıl saçları, atletik vücudu, çatık kaşları ve dolgun dudakları ile onu... Ekatarina Heast'i, annemi. Her cam parçalanışında ve içindeki bedenin anneme ait olmadığını görünce; fanusun camları ile beraber benim de hayallerimin kırıldığını hissedebiliyorum. Anne, anneciğim, neredesin?

İçimdeki küçük kız, artık umudunu yitirdiğinde ağlamaya başlıyor ve onun gözyaşları, benimkileri tetikliyor. Koşarken saçlarımla beraber benim de gözyaşlarım birleşiyor; hıçkırıklarla birlikte büyük adımlar atmaya devam ediyorum. İmkânım olsa, cenin pozisyonunda yere yatar ve ağlardım ama devam etmeliyim; çünkü annemi bulacağım, buna inanıyorum.

Bir anda dudaklarımdan bir mırıltı kopuyor ve ben, bu mırıltı bitene dek ne olduğunu anlamıyorum.

"Yemyeşil çayırlar, mavi gökyüzü,

Uçurtmalar karışmış mavinin arasına.

Bozulmamış güzellikte bir dünya,

Kurtuluşu çok ama çok yakında.

Yerle bir edenler gidecek,

Güneş tekrardan yükselecek.

Hainler burayı terk edecek,

Yeni nesiller güzelliği görecek.

Bizler başaracağız, bizler.

Hep beraber direnip savaşacağız,

Bizler başaracağız, bizler.

Gün ışığı tekrardan vurana dek!"

Son cümleyi söylerken gözyaşlarım, hız konusunda zirveye ulaşmış ve sesim hüzünden kırılgan bir boyut almış durumda. Bu söylediğim şarkı, annemle beraber dünya hakkında ne zaman umutsuzluğa düşsek birbirimize söylediğimiz bir çeşit marş; geceleri Roxielerden korkup uyuyamadığımda ise bir ninniydi.

Ve ben, bu şarkıyı bir içgüdüyle beraber söylemeye başlamıştım. Her bitiminde, takılı bir plak gibi en başa sarıyor ve her harfte daha da fazla gözyaşı hissediyordum. Üzerinde koştuğum zemin soğuktu, yanından geçtiğim duvarlar soğuktu, içinde bulunduğum oda da soğuktu ama hiçbiri; ruhum kadar soğuk değildi. Hiçbiri, benim paramparça ruhumun parçaları kadar buz tutmamıştı, tutamazdı.

Hedeflerim şaşmaya başlarken fanuslara lazer sıkmaya devam ediyorum. Elimden geldiğince cam parçalayıp insanları hayata döndürüyor; ama diğer yandan hiçbirinin annem olmadığı gerçeği ile kendim ölüyorum. Yolun sonu yaklaşıyor. Bitiş ve hala annem yok. Onun neden burada olmadığını mı sorsam, ona kavuşabileceğimi mi; yoksa neden bu duruma düştüğümüzle ilgili sitem mi etsem bilemezken, Transformasyon Merkezi'nin ince uzun koridorlarının bitimine, sonuna geliyorum. Geri döndüğümde; yerde uzun bir sıra oluşturmuş cam kırıklarını görüyorum. Fanustan çıkan insanlardan bazıları hareket etmeye başlıyor; ya da ben delirdim ve kıpırtılar görüyorum. Şu anda, tam şu anda ellerimi başıma yerleştirip çığlık atmaya ihtiyacım var fakat tavandan gelen büyük bir gürültüyle bakışlarımı ses kaynağına yöneltiyorum.

Cam tavanın üzerinde büyükçe bir metal var, gözlerimi kısarak ne olduğuna bakmaya çalışırken tavan paramparça oluyor; ellerimi, cam kırıklarının yüzüme isabet etmemesi için siper ediyorum. Camın kırılma sesi etrafa yankılanıyor ve bedenimin etrafında keskin parçalar uçuşuyor. Gürültü, devam etmekte.

Cam kırıkları sonunda yer ile buluştuğunda hafifçe kolumu gözümün önünden çekiyorum; kırılmış tavandan içeri soğuk doluyor, dişlerimin birbirine çarpışını hissediyorum. Başımı yavaşça aşağı doğru indirirken siper ettiğim kolumda bir acı duyuyorum, muhtemelen oraya bir cam saplanmış. Titreyen dişlerimi sıkarak, camı paramparça eden ama şimdi; zeminin üstünde duran daire şeklindeki metal levhanın üzerindeki bedene bakıyorum.

Pullu deri. Sıvı gözler. Kristal saçlar.

Bir, Femalla.

Ama bir fark var; karşımdaki Femalla'nın kristal saçları normalde olduğu gibi camgöbeği veya yeşil değil.

Onun saçları... Kızıl.

Sıvı gözleri, yeşil.

Dudaklarını yavaşça hareket ettirip, Roxie dilinde bir şeyler söylerken de sesi tanıdık.

Karşımda; Transformasyona uğramış bir kadın bedeni var ve sikeyim, ben onu tanıyorum.

Titreyen bir sesle konuşurken gözyaşlarıma olan hakimiyetim bitmiş; yutkunmakta güçlük çekiyorum.

"Anne?"

DirenişHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin