8. Bölüm: Omlet tarifi

2.2K 255 27
                                    




''Sakın kımıldayayım deme.''

''Hah şimdi yandık.''

Ellerimi soygunda yakalanan hırsızlar gibi havaya kaldırdım.

''Benim ben...yabancı değilim yanlış anladınız siz...''diye kekelemeye başladım. Nasıl saçma bir cümle kurduğumun farkında değildim. Kapıyı çalan kişiye 'Kim o?' deyince 'Aç benim'' demekle aynı şey galiba. Sanki kapıda ses ten görüntü analizi yapan bir cihaz varmış gibi herkesin 'benim' diye cevap vermesi saçma değil mi?

''Yavaşça yüzünü bana dön.'' Dedi, tekrar o ses. Tabi ben karanlıktan ışığa alışamayan gözlerim sayesinde yavaşça dönerken elimi sehpanın üzerindeki vazoya çarptım ve kaçınılmaz son. Yere düşen vazo bin bir parçaya bölündü. Hemen yere eğilip tek elimle toplamaya çalıştım diğer elim de hala havada, ama nafile Japon yapıştırıcısı bile bu parçaları yapıştıramaz. Aman neyse parası veririz diyorum içimden. Yine de beceriksiz şekilde parçaları toplamaya devam ettim.

''Dokunma.''

Arkamdaki ses iyice yaklaştı. Hala ses çünkü adamın yüzünü bir türlü göremedim. Yakalanmanın verdiği mahcupluğun üzerine bir de vazoyu kırmanın yükü eklenince yüzümü bir türlü yerden kaldıramadım. Hala ellerim kırıkların içinde uğraşıyorum kendimce. Birden elimdeki acıyla yüzümü buruşturdum. Diğer elimi de indirip kesiğe baktım. Of çok kanıyor. Yalnız olsam kesin küfür etmiştim. Fakat kanın şelale gibi aktığını görünce dayanamadım ve ağzımdan;


''Kahretsin.'' diyerek kibar bir küfür çıkardım.

''Sana dokunma dedim değil mi. Ver elini bana bakayım derin mi kestin.''
O anda başımı kaldırdım.

''Ateş Bey?''

Bu adam yakından daha da yakışıklıymış. Can acısıyla düşündüklerime bak... Elimi avucuna almış ilk yardım hemşiresi gibi incelemeye başladı. Onun bu nazik dokunuşlarıyla bir an için acıyı unuttum sandımsa da yeniden elime baktığımda hatırlayıp acısıyla yüzümü tekrar buruşturdum.

'Sabahın köründe evimde ne aradığını bilmiyorum küçük hanım, ama önce elini halletmemiz lazım. Ben ilkyardım malzemelerini getireceğim sen o zamana kadar bu mendili eline basılı tut.'' diyerek beni yerden kaldırıp koltuğa yavaşça oturttu. Ateş odadan çıkarken elimi sardığı mendile baktım. Yine aynı mendil, baş harflerinin yazılı olduğu, beyaz ipek işlemeli...

Acaba bu mendillerden kaç tane var? Sonra aklıma Ateş Bey'in mendil dolabı geldi. Tam bir dolap dolusu beyaz mendil canlandı gözümde, her gün birisini kullanıp atmış hali. İngiliz soyluları gibi. O görüntü birden komik gelince gülümsedim.

''Bakıyorum da canınızın acısı çabuk geçmiş küçük hanım.''

Yakalandık!

Ateş bey elinde ilkyardım kutusu olduğunu düşündüğüm metal bir kutu ile yanıma yaklaştı.

''Yok hala elim çok acıyor az önce aklıma bir şey geldi de...''

''Acaba sabahın köründe aklına ne gelmiş olabilir?''

''Ya şimdi sizin bir dolap dolusu ...''sırıtarak anlatmaya başladığımı fark etince sustum.

''Önemli değil.'' diyerek konuyu geçiştirdim.


Ateş bey elime pansuman yaparken ben anlatmaya başladım.


''Alev hanımın asistanıyım ben. Benden bir şey istemişti de onu getirdim, giderken sessiz olmaya çalıştım ama sanırım başaramadım.'' O an elime dökülen oksijenli su sözlerimi kesmeme neden oldu. ''Ahh ''diye istem dışı ses çıkarttım.

''Acıdı mı ben çok üzgünüm...''dedikten sonra elimi avucuna alıp üflemeye başladı.

O an annemin her yaralandığımda benim yaralarımı üfleyip nasıl geçirdiğini anladım. O zamanda geçmezdi acım ama onun güzel yüzünü görünce her şeyi unuturdum. Tabi yaramazlık yaptığım için kızmasın diye yalandan yaptığım nazlarda vardı. Şimdi aynı şeyi Ateş bey yapıyor . Annemin yaptığı gibi ''Öp geçsin ''diyesim var ama o kadarda değil tabi...

''Ben teşekkür ederim .'' Sanırım azıcık utandım. İlk kez bir erkek cinsi elimi tutup üflüyor.

''Ben teşekkür erdim Ateş bey'' dedim tekrar.

''Biraz önce teşekkür ettin ya.''

''Yok onun için değil. Beni Alev Hanım gibi mükemmel bir patronla tanıştırdığınız ve yanında iş bulduğunuz için.''

Pansumanımı bitirdi. Yara bandını yapıştırdıktan sonra kendini asilce geriye çekti.

''Önemli değil Mine. Ben sadece adını verdim her şeyi samimiyetin ve dobralığınla sen yaptın.''

Beni hatırladı. Yaşasın adımı söyledi. Yok ben kesin öpeceğim... Bir insan hem kibar hem yakışıklı hem de her hareketi Prens Charles gibi asil olabilir mi? Ateş Bey'in öyle. Gerçi Charles tipsiz ama olsun aklıma başka bir prens gelmiyor.

''Teşekkür ederim.'' dedim yine farkında olmadan. Bu kez gülümsedi.


''Sen her dakika teşekkür mü edersin?''

'Ha? Yok ben öylesine birden çıktı ağzımdan.'' diyerek kekelemeye başladım. Ne bileyim teşekkür ettim işte, elimi omzuna atıp. ''Sağ ol dostum mu?'' diyeyim yani... Sonra aklıma birden kırdığım çirkin vazo geldi.

''Şey Ateş Bey, vazo için çok üzgünüm sanırım gözlüklerimi değiştirme vakti geldi. Birden siz ışıkları yakınca yani yanlışlıkla oldu. Ama söz bu ay ki maaşımı size ayıracağım. Vazoyu nerden aldıysanız söyleyin hemen gidip yenisini alalım. ''

Adam kahkaha atmaya başladı. Sanırım benim maaşımdan birazcık fazla... Ama yiğitliği elden bırakmadım;

''Bakın ben ödeyebilirim. Pahalı olması sorun değil. Ek kartım var limiti de yüksek gerekirse taksit yaptırırım'' Ek kartımın limiti de bin lira ve ben asla o limiti aşmadım, babam görse canıma okur. Tabi bunu bilmesine gerek yok.

Hala gülüyor. Bak sinirlerim bozulmaya başladı şimdi.

''Bankadan kredi çekerim... Hem niye gülüyorsunuz ki?''
Sanırım alındığımı anladı.

''Çok tatlısın. Tabi ki ödeyebilirsin ama aynısını bulamamız mümkün değil. Çok eski bir parça çünkü.''
Şimdi biraz rahatlıyorum. Zaten çok çirkindi kim onun gibi ucube bir parçayı sırf eski diye saklar ki?

''İyi o zaman önemli değilmiş. Ne yapacaksınız zaten nenemin zamanındaki vazoları, ben size şöyle modern bir şeyler seçerim.'' dedim gülümseyerek. Ateş bey yine gülmeye başladı. Bu adam niye her dediğime gülüyorsa.

''Haklısın, zaten ben o vazoyu hiç sevmedim eminim ki nenem de sevmemiştir.''

Bu sefer ben de güldüm. Gülerken göz göze geldiğimizde birden cesaretlenip gözlerine içine baktım. Yeşil mi o? Diye düşünürken aynı anda Alev'in sabahlıkla gözerini ovalayarak içeri dalması romantik anlarımızın sonu oluyor.

''Mine? Sen daha gitmedin mi? Ben de seslere uyandım.''

''Gidiyordum ama Ateş Bey'e yakalandım.'' Dedim ellerimi tekrar havaya kaldırarak.

Alev anlamayan gözlerle bana baktı. Sonra gözü sargılı olan elime kaydı.

'Ne oldu eline ?''

''Önemli bir şey değil. Sol elim ne de olsa. Birkaç gün araba kullanamayacağım, işe yürüyerek gelirim artık.''

İkisi de bana şaşkınca bakınca gülümsedim.

''Şaka yaptım canım henüz arabam yok ama ehliyetim var hem de sağlam, çakma değil. Kursun her gününe gidip, kitabı inek gibi ezberledim. Sor mesela Şanzıman motorunun görevlerini sayarım ezbere.'' Nasıl bir cümle kurduysam Şanzıman neydi ya?

İkisi de birbirine bakıp gülmeye başladılar. Bu aile sanırım normal hayatlarında hiç gülmüyor. Ben ne desem gülüyorlar çünkü...

''Hadi bakalım saat yediyi geçiyor. Kahvaltı yapmaya ne dersiniz? Tabi yardım isterim ona göre''

''Senin şu ünlü domatesli omletinden yaparsan neden olmasın ağabeyciğim, ama benim bir duş almam lazım. Siz Mine ile geçin ben geliyorum.''

''Demek yine kaçıyorsun ufaklık, tamam o zaman. Mine sen bana yardım edersin artık.''

''Tabi, tabii ki ederim.'' Dedim şaşırarak. Ateş bey önde ben arkada mutfağa geçtik.
Buraya mutfak demek gerçekten hakaret olur. Buraya içinde fırın, ocak, tabak, tencere gibi aletlerin bulunduğu büyük bir salon demek daha doğru olur. Bana dolaptan çıkarttığı yumurtaları uzattı. Kendisi de domatesleri doğramaya başladı.

''Sen yumurtaları kır ben domatesleri küçük küçük doğrayacağım.''

Sessizce kafamı salladım. Üç yumurtayı da kabuklarını içine kaçırmamaya dikkat ederek kırdım ama aksilik işte ufacık bir parça içine kaçtı. Çaktırmadan küçük parmağımla yakalamaya çalıştım ama parça sanki bana inat kaçıp duruyor. Evde olsam tüm parmaklarımı sokmuştum ama Ateş Bey görmeden halletmem lazım yine de hırs yaptım ve kazanan ben oldum. Sonunda başardım. Sanki dünyanın en büyük meziyetini gerçekleştirmiş gibi kırdığım yumurta kabını Ateş Bey'e uzattım.

''Çırp hadi, bak orada çırpıcı var.''

Hemen elime alıp yavaş yavaş çırpmaya başladım. Acaba kaç dakika çırpacağım? Aman bana ne, o dur diyene kadar ya da yumurtaların canı çıkana kadar çırparım ben de...

''Sanırım yeterli diyerek elimdeki kaseye uzandı. İçine biraz tuz ekledi. Sonra diğer bir kutuya uzandı. Hızla bir şey daha koyup çırpmaya devam etti. Ne koydu şimdi o göremedim. Ya ben aklıma not ediyordum ama.

'Son koyduğun neydi?''

''Efendim?''

''En son hangi baharatı koydun göremedim ben... Yani şey belki hoşuma giderse ben de yaparım diye şey etmiştim.''

''Pul biber. Ben her şeye azıcık katarım sanırım hafif acıyı seviyorum. Babamın babası aslen Antepliymiş. Ama iş için İstanbul'a yerleşmiş herhalde ben biraz o tarafa çekmişim.''

''Ben de acıyı severim ama Müge nefret eder. Karabiber bile istemez çorbasında. Ben şöyle bolca atarım pul biber, karabiber, limon...'' Yine daldım anlatıyorum tabi. Çok konuşmaya başladığımı fark edince azıcık utanarak sustum.
O ise yine gülümsedi bu utangaç halime. Ne güzel birisi sorsa ilişkiniz nasıl başladı diye,
''Ben anlattım o güldü.'' diyeceğim.

Bakar mısınız ilişki falan gerçekten sabah sabah aştım kendimi...

''Şimdi tavaya biraz tereyağı koyuyoruz ve iyice kızdırıyoruz. Önce bir süre domatesleri pişireceğiz ki yumuşak olsun ağıza gelmesin. Ve en son içine malzememizi döküyoruz.''

Elindeki kasedeki yumurtaları tavaya döküyor. Tam bir aşçı edası var. Bolu'lu ustalar gibi.
''Hadi gari bir de karıştırıverelim.'' dese gülmeyeceğim, o kadar normal geliyor bana.

''Dibi tutmasın diye tahta kaşıkla hafifçe lapa yapmadan delikler açıyoruz, havalandırıyoruz yani.
Adam asil kardeşim anlatması bile başka...

''Ve üzerine kapağı kapatıyorum altını da kapatıp üç dakika dinlenmeye bıraktım onun buharıyla kendisin tamamen pişecek.''


Alkışlasam ayıp olur mu acaba? Bir omlet bu kadar mı güzel yapılır. Sanki kraliyet yemeği hazırladı. Öyle güzel anlattı ki daha tadına bakmadan ağzım sulandı.

Adam hem yakışıklı hem karizmatik hem de yemek yapabiliyor daha ne olsun...


YAY BURCUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin