23- Ağlamak

121 47 13
                                    


--

Laçin'den...

Gözlerimi yeni doğan güneşe çevirdim. Kızılın en güzel tonunda, Nil'in nefes kesici yüzünü hayal ettim. Nereye gitmişti meleğim? Kim ne yapmıştı, neden yapmıştı bunu? Şu lanet hayatımdaki tek mutluluğumu elimden alınca, mutlu mu oluyorlardı?

Derin bir nefes alarak karakolun içine çevirdim bakışlarımı. Ne mi olmuştu?

Dün gece, Nil'in Eda'yla konuştuğunu sanıp Oğuz'ların yanına gelmiştim. Gözüm sürekli onun üzerinde olmasına rağmen bir ara ikisi de gözden kayboldu. Lavaboya gittiklerini varsaydığım sırada Eda yanıma gelmişti. "Sen Nil'i arka bahçeye çağırmamış mıydın?" deyip kaşlarını çatmıştı.

Tepkisi karşısında endişelenmeye başlayıp 'hayır' cevabını vermiştim. Buse'nin onu arka bahçeye götürdüğünü söylediğinde dünyam tersine dönmüştü. Arka bahçede ne Buse vardı, ne de Nil...

Şu an ise yanımda Nil'in babası, bizimkiler ve ben karakolda herhangi bir haber gelmesini bekliyorduk.

Kısa boylu bir polis memuru bize yaklaşınca yaslandığım duvardan kalktım. Polis "Nil Yaşar'ın yakınları?" diye sorduğunda babası hızla ayağa kalktı. Ah, kızı için çok endişeliydi, en az benim kadar.

"Biziz?" diye genel konuştuğunda Simay da gözlerini ovuşturarak kalktı. "Ağva yolu üzerinde, verdiğiniz eşgalde bir kız takılmış mobeselere. Yanında sarı saçlı bir kız ve siyah, hafif uzun saçlı zayıf bir çocuk da varmış." polisin belirttiği eşgaller direkt yerine otururken babası dikkat etmediğim bir ayrıntıyı sordu.

"Ağva mı?" polis ciddiyetle kafasını salladı. "Evet, sanırım İstanbul'a gidiyorlar." devamını dinlemeden karakolun çıkışına doğru ilerlediğim sırada demir gibi bir el bileğime kenetlendi.

"Dur bakalım, evlat." Nil'in babasına sorar gözlerle baktığımda benim için saçma, kendisi için mantıklı bir cümle bahşetti. "Kendi kızımı kendim bulacağım ve bunda senin payın olamaz. Başımıza yeni belalar açma, yoluma çıkma." sinirle gözlerimi yumup, dişlerimi sıktım.

"Üzgünüm, Levent Bey. Bu dediğiniz imkansız. Nil benim sevgilim ve emin olun..." yüzümü sır verecekmiş gibi ona doğru eğdim. "Onu bırakmaya hiç niyetim yok." bileğimdeki elinden kurtularak kapıya doğru ilerlemeden Oğuz'a hafifçe fısıldadım.

"Çeteyi topla. İstiyorsa Bulut'u da alın. İstanbul'a gidiyoruz." 'çete' kelimesini duyar duymaz Oğuz'un yüzüne renk gelmişti. Ah! Bu çocuk hiç akıllanmayacaktı. Yürüyen tehlikeydi mübarek. E, benim de ondan kalır yanım yoktu ama neyse.

"Tabii ki abi. Savaş itini göndermeyi çok istiyordum zaten." o hafifçe gülümseyebilirdi fakat benim gülümsemekle yakından uzaktan alakam yoktu.

Karakoldan çıkıp, arabama koştum. Savaş itini öldürecek, mutluluğumu kurtaracaktım.

Evet, çünkü ben onun kahramanıydım.

Nil'den...

Aydınlık ne kadar olursa olsun, ruhunuzu karartan kirli siyah; pençelerini ruhunuza geçirmişse, asla gün yüzünden keyif alamazsınız.

Huzursuzlukla yabancı eve baktım. Oldukça lüks bir villada tanımadığım korumalar ve Savaş'la birlikte kalacağım duyumunu almıştım. Buse'nin oyunuyla tuzağa düşmüştüm.

Savaş kimdi? Ve benden ne istiyordu? Kafamdaki sorularla boğuşurken, odanın kapısı açıldı. İçeri gülümseyerek giren Savaş'la gözlerimi hayretle açtım.

"Günaydın güzelim. Rahat uyudun mu?" neden sürekli bunlar beni buluyordu? Ne yapmıştım da başıma böyle aptallar geliyordu? "Aptal mısın lan? Niye kaçırdın beni?" Savaş kulak tırmalayıcı bir kahkaha patlattığında, tiksindirici bu sesle yüzümü buruşturdum.

Sonun Başlangıcı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin