Salı günü okula giderken, hissettiğim eksiklik herhangi bir kitabım ya da hırkam falan değildi.
Minhyuk dünden beri yoktu. Siyah, paslanmış okul kapısından içeri girip gözlerimle bahçede onu aradım ama ortalıkta görünmüyordu.
Birileriyle yaramazlık yaptığını var sayarak A Blok'a girdim.
İlk derse geç kalan Yooseul, diğer derslerde uyuduğundan benimle hiç uğraşmadı. Sora ise, muhtemelen Suga hakkında çok fazla düşündüğü için dalgındı. Iseul, sıranın altına sakladığı -nı sandığı- telefonuyla Jimin'e mesaj atıyordu.
Fizik öğretmenimiz hasta olduğundan ders erken bitmişti, son derse kadar okulda kalmak zorundaydık. Kafamı sırama yaslayıp dışarıda spor dersini işleyen birinci sınıflara baktım.
Minhyuk'un sınıfıydı. Ama o yoktu.
Tüm erkek ve kız öğrencileri iki kez saydım. Nedenini anlamasam da Minhyuk'un yokluğu bana kötü hissettiriyordu. Yani, sanki bu öylesine okula gelmemiş olmak değildi. Üstelik spor ve bilgisayar onun en sevdiği derslerken gelmemesi daha tuhaftı. Hasta olmuş olması ihtimali de vardı tabii. Fakat bunu ancak, ders bitiminde onu ziyaret etmeye gidersem öğrenebilecektim.
Dışarıda futbol oynayan takım dikkatimi daha az çektiğinden, sınıftakilerin ne yaptığına bakmak için kafamı diğer tarafa çevirdim. Tüm dişlerini göstererek sırıtan bir Jungkook, beklemediğim bir şeydi. Nasıl bu kadar rahat olabiliyordu, anlayamıyordum.
"Naber?" dediğinde yüzümdeki hiçbir kası hareket ettirmeden yalnızca gözlerimle Yooseul'ı kontrol ettim. Uyuyordu.
Dudaklarımı araladım.
"İyi."
Ve sonra yeniden pencereye doğru döndüm ama Jungkook gitmedi.
"Yarın dersin ilk günü. Hatırlatmak için geldim."
Derse gelmeyeceğim, demem gerekirdi ama diyemedim. O an sadece orada durup sessiz kalmak istedim.
Birkaç dakika sonra hoca içeri girdiğinde son dersi başlattı. Ben de sınıf kapısının gerisinden bakan Jungkook'a aldırmadan dersi dinlemeye çalıştım.
Son ders zilinde Yooseul uyanmıştı, Iseul ve Sora'yla birlikte bana hiç bulaşmadan (ki bu bir ilkti) sınıftan çıktılar. Eşyalarımı toparlayıp Minhyuk'un hep bindiği merkez otobüsüne bindim.
Namjoon da o otobüsteydi, birkaç koltuk ileride oturuyordu. Biraz dalgın gibiydi, beni görmemişti.
Birisinin seni görmemesi için dalgın olmasına gerek yok ki. Fark edilebilecek birisi değilsin.
İç sesim beni yaralamaya devam ederken inmem gereken yere geldim. Otobüsten inip etrafıma bakındım. Bu semt, hatırladığımdan daha küçük görünüyordu. Ben küçükken şuradaki bahçe kapısı ve evler dahil her şey daha büyüktü, anayol daha genişti.
Hafızam, o zamanki bedenime göre şekillendiği için küçülen şey çevremdekiler değildi. Büyüyen bendim.
Bu his nedense güzel değildi ; büyümüş olmak.
Hatıralarımı yoklamayı bırakıp adımlarımı soldaki eve doğru yönelttim. Beyaz renkteki evin dış pencere pervazları açık mavi renkteydi.
Minjae'nin en sevdiği renk açık maviydi.
İstemesem de, dudaklarımın yukarı doğru kıvrıldığını hissettim. Bu eve son geldiğimde, Min Jae'nin bende kalan hikaye kitaplarını geri vermiştim. Ağlayacak kadar kötü hissettiğimi hatırlıyordum. Tek arkadaşımı da sonsuza dek kaybettiğimi düşünüyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sunya
Fanfiction"Sana sıfırın bir değeri olmadığı söyleyen ahmaklara sakın inanma." 2016-2022 #bangtan