•54•

3.5K 371 596
                                    

Hafızamı ne kadar zorlasam da, ablamın cenazesini net olarak hatırlayamıyorum. Çok az görüntü var kafamda o güne dair. Gökyüzünde hiç bulut yoktu, bundan eminim. Yeşil ağaçların tepelerinde uçan kuşlar cıvıldıyordu; hava çok güzeldi. Omuzları düşmüş yorgun babamın elini sıkıca tutuyordum. Na Yeol ne zaman yanımıza gelecek diye merak ettim. Gelmeyecekti. Ya da belki de, biz onu görmesek de bizimle yürüyordu.

Anneme sakinleştirici içirmişlerdi; yıllardır uyumamış gibi bakıyordu gözleri; güzel yüzü tüm enerjisi bitmişçesine solmuştu. Baş sağlığı dileyen kimseye cevap veremiyordu, sessizce ağlıyordu. Bir süre sonra göz pınarlarını falan kuruttu herhalde, daha fazla ağlamadı.

Cenaze töreninin olduğu salon daha da berbattı. Aile üyelerinin kendini paralaması yetmezmiş gibi yakından geçen insanlar ablamın fotoğrafına bakıp "Ne acı..." diyorlardı.

"Daha küçücükmüş yavrucak..."

İlk kez gördüğüm bir sürü akraba geldi oraya. Babama, anneme yardım ettiler. Annemin çok görüşmediği ailesi, babası ve kardeşleri benimle ilgilendi. Birkaç gün bizimle birlikte kaldılar. O günden sonra onları bir daha görmedim.

Herkes, bu kusursuz mutlu ailenin dağılmasına üzülüyordu. Kusursuzduk. Ablam ölmeden önce, gerçekten öyleydik. Severek evlenen çiftlerin güzel çocukları ve iyi bir yaşamı olurmuş. Babam ve annem, birbirlerinin lise aşkıydı. Annem, hep okulun en güzel kızı olmuş. Babamsa pek havalı bir tip değilmiş. Kareli gömlekler giyer, sürekli kitaplarını kucağında taşıyarak gezermiş. O annemle tanışmaya cesaret edemeyince, annem kütüphanede gönüllü görevli olmuş.

Tanışma hikayelerini birçok kez dinledim. Hiçbirinde sıkıcı olmazdı. Babam anlatırken arada anneme bakardı, gözleri buluştuğunda çevremizi saran sıcak bir kalkan olduğunu hissederdim. Büyükannem babamla annemin beshert* olduğunu söylerdi. Bu sözcük eski İbranice'de "kaderleri birleşmiş" ya da "birbirlerinin kaderi olan" anlamlarına geliyordu.

Kendi kaderleri onları buraya getirmişti.

Ailemin paramparça olmasına, babamla annemin kaderlerinin orta yerden yırtılıp ayrılmasına, ablamın ölmesine ve Sunya olmama sebep olan o günün tek bir sorumlusu vardı.

Lee Min Jae erken keşfedilmiş bir dahiydi. Bir yaşına geldiğinde çoktan konuşmaya başlamıştı, üç yaşındayken babasının vergi ekonomisiyle ilgili yazdığı makalelerdeki yazım hatalarını düzeltiyordu. Ailesi bilinçli ve zengin olduğu için şanslıydı da. Beş yaşına geldiğinde bir yetişkin gibi konuşuyor, çok zor matematik/geometri sorularını çözebiliyor, piyano öğretmeni bir kez gösterdiğinde tüm eserleri analiz edebiliyordu.

Annesi Bayan Lee çok evhamlı bir kadındı; Min Jae hep evde eğitim gördü. Hiç arkadaşı olmadı. Gördüğü insan sayısı çekirdek aile üyeleri ve eve gelen öğretmenler dışında sıfırdı. Genellikle odasında kitap okuyor, sessiz ve uslu bir çocuk oluyordu. Normal denilemeyecek bir hayatı vardı. Daha sonra babası, biraz sosyalleşmesi, arkadaş edinebilmesi adına birkaç seneliğine Kore'ye giderken onu da yanında getirdi. Burada herhangi bir okulda normal bir öğrenci gibi yeni bir başlangıç yapıp diğer çocuklarla olan iletişimini güçlendirebilirdi.

Kore'ye geldiklerinde Lee Min Jae herkes tarafından dışlandı. Nasıl arkadaş olunacağına dair bir fikri yoktu. Çocuklar o dönemde yabancıları iyi karşılamıyorlardı. Sosyal uyum sorunu yaşayan Min Jae, onlara nasıl yaklaşması gerektiğini de bilmiyordu, bu yüzden uzak duruyordu. Bir kez, onlara kahve içmeye gidelim mi diye sordu. Öğretmenleri kahve içemeyeceklerini söylediğinde herkes Min Jae'ye çok tuhaf bir şey yapmış gibi bakıp gülmüştü.

sunya Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin