Çıkışa doğru yürüyen yolcu kafilesinin peşine takılmıştı. Amcasının onu karşılamaya geleceğini biliyordu. Uçaktan inenleri bekleyen insan topluluğu arasında adının yazılı olduğu kartonu tutan bir adam gördü. ''Allah Allah amcam cenazeden beri ne kadar değişmiş, Araplar'la dura dura iyice onlara benzemiş, kararmış resmen!'' diye geçirdi içinden. Üstelik sanki boyu da uzamış, göbeği erimiş, yaşı da on yıl kadar gençleşmişti. Yaklaştıkça adamın kısa da olsa kıvırcıklığı belli saçlarını ve uzun kıvrık kirpikli kapkara gözlerini de fark etti. Yok canım insanın göz rengi de değişmez ya...Amcası olamazdı bu adam.
-Hayal Hanım?
-Evet, ben Hayal.
-Hoş geldiniz. Amcanız gelemedi. Sizi evde bekliyor. Ben çalışanlarından Amir.
-Memnun oldum. Türkçeyi çok iyi konuşuyorsunuz.
-Rehberim ben. Size de rehberlik yapacağım. Buyurun lütfen.
Birlikte hava alanından çıktılar. Amir biraz eski denebilecek koyu yeşil bir otomobilin kapısını açarak Hayal'in binmesini bekledi. Geniş caddeli güzel bir yoldan ilerlemeye başladılar. Üstünde kuş figürleri gibi kabartmalar olan büyük binalar vardı yolun iki tarafında. Hayal, ilk defa başka bir ülkede olmanın heyecanıyla dışarıyı izliyordu. Amir, rehber olmasının verdiği alışkanlıkla anlatmaya başladı:
-Bunlar bizim yönetim binalarımız. Bakanlıklar diyebiliriz.
Kenarlarında upuzun palmiyelerin sıralandığı yol bir köprüye bağlandı.
-Nil'in üstünden geçiyoruz.
-Nil mi? Ne kadar geniş! Deniz gibi...
-Üstünde pek çok köprü vardır.
-Çok güzel...
-Bu en meşhur köprülerden Aslanlı Köprü.
Türkiye'de soğuk sonbahar burada ise sıcak bir yaz sonu vardı. Güneş git gide alçalıyor, gün akşama dönüyordu. Nehrin üstünde kocaman üçgen yelkenleriyle tekneler süzülüyordu.
-Fellukalar, dedi Amir. Turistlere nehir turu attırıyorlar.
-Yaa...Ne güzel!
Köprüyü geçen araç büyük caddelerden daha küçük bir yola saptı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük kapının içinden geçti ve içinde küçük bir süs havuzu bulunan bahçenin ortasına oturmuş iki katlı evin önünde durdu. Arabadan inen Amir kapıyı açarak Hayal'in çıkmasını bekledi. Evin iki yanından yukarı doğru uzanan beş altı basamaklı merdivenler ortada buluşuyor, giriş kapısı önünde küçük bir balkon oluşturuyordu. İşte bu balkonda koyu kumral saçlarını jöleleyip geriye doğru taramış, ince dudaklarının üstünde çenesindeki sakalla birleşen seyrek bıyığı, öne doğru hafifçe sarkmış göbeğiyle duran açık sarı takım elbiseli altmış yaşlarında bir adam duruyordu. Hayal'i görür görmez ona doğru hızlı adımlarla yürüyüp hiç tereddüt etmeden boynuna sarıldı.
-Hoş geldin kızım.
-Hoş bulduk amca.
-Seni karşılamaya ben gelecektim ama son anda beklenmeyen bir iş çıktı.
-Önemli değil.
-Nasılsın bakalım? Nasıl geçti yolculuğun?
-İyiyim. Yolculuk da iyiydi.
-Hadi içeri geçelim, yorgun olmalısın.
Uzun süredir görüşmemelerine hatta iki yabancı sayılmalarına rağmen amcası onu çok sıcak karşılamıştı. Kan çekimi denen şey buydu herhalde.
Hayal'in küçük bavulunu taşıyan Amir arkada elinden sıkı sıkı tuttuğu Hayal ile amcası önde eve girdiler. Ev halkı Hayal ile tanışmak için sıraya girmiş onları bekliyorlardı. Amcası onu önce kendisinden en az on beş yaş küçük karısı Latifa ve iki genç hanım olan kızlarıyla tanıştırdı. Latifa Hanım uzun boylu, ince yapılı zarif bir kadındı. Kızların küçüğü annesi gibi koyu renk gözlü ve esmerken büyüğünün gözleri elaydı ayrıca daha açık tenliydi. Büyük kızın kucağında kıvır kıvır saçlı kapkara gözlü adeta oyuncak bebek gibi duran sevimli bir oğlan çocuğu daha vardı. Amcasının dört yaşındaki küçük oğlu Şerif. Hepsi Hayal'e biraz çekingen, mahçup bakışlarla gülümsüyorlardı.
Bahçeye bakan pembe, beyaz begonvillerin sardığı pencerenin önündeki sedire oturdular. Yerler rengarenk halılarla kaplıydı. Büyük kızları Fatima çay servisi yaptı. Ama bu çay bildiğimiz çaydan farklıydı.
-Naneli çay, dedi amcası. İç bak seveceksin.
Latifa Hanım ve çocukları Türkçe bilmiyordu. Amcasının tercümanlığıyla hal hatır sordular, havadan sudan konuştular.
Akşam yemeği sırasında da durum değişmedi. Amcası ona çeşit çeşit mezeleri, yemekleri ve tatlıları tanıttı. Bazı yemekler fazla baharatlıydı. Pilav sapsarıydı mesela. Ama soğuk meze tarzı şeyler çok lezzetliydi. Deve etini de yerken zorlandı. Oldukça sertti çünkü. En çok beğendiği ise tatlı tabağıydı. Bizim revaniye ve kadayıfa benzeyen tatlı dilimleriyle sütlü, güllaçvari bir şey geldi.
-Ümmügülsüm.
-Hııı?
-Tatlının adı. Gülsüm'ün annesi yani. Rivayete göre halifenin biri tebdili kıyafetle evleri gezer, halkın halini öğrenmek ister. Yine birgün gittiği ev çok fakir. Misafire ikram edilecek bir şey yok. Evin hanımı sütü, şekeri, yemişleri karıştırıp bir tatlı yapar, misafirin önüne koyar. Halife çok beğenir. ''Bunun adı ne?'' diye sorar. Kadının kocası birden şaşırır. ''Ümmügülsüm'' deyiverir. İşte bu tatlı böyle ortaya çıkmış. Sevdin mi?
-Evet. Biraz aşureye biraz güllaca benziyor.
Yemek bitince Hayal, ''Amca'', dedi ''Seninle konuşmak istediğim önemli şeyler var. Buraya da aslında bunun için geldim zaten. Kafamda bir sürü soru...Daha önce de vardı ama o zaman bu kadar rahatsızlık vermiyordu.''
Amcası sevecen gözlerle Hayal'e baktı. Sanki Hayal'in bunları söyleyeceğini biliyordu. ''Bugün daha yeni geldin. Bunları konuşmak için uzun uzun vaktimiz olacak. Şimdi dinlen. Yarın rahat rahat konuşuruz.''
''Peki.'' demekten başka yapacak bir şey yoktu. Yolculuk onu yormuştu. Belki de en iyisi yarını beklemekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BÜYÜLÜ YAZI
ActionYazı Tanrısı Thoht. Büyük Piramiti o yapmış içine de yazıyla ilgili araç gereçleri koymuş, papirüsten kağıt yapmayı rahiplere öğretmiştir. Dikilitaşların birinde ve Napolyon'un Paris'e götürdüğü bir parşömende Thoth'un kitabından bahsedilir. Bütün i...