Yaklaşık iki saatlik hızlı tren yolculuğunun ardından nihayet gelmişlerdi. Tokyo! Dünyanın en kalabalık şehri burasıydı her halde. Kyoto ne kadar eski Japonya ise Tokyo da o kadar yeni ve teknolojik görünüyordu. Modern giyimli insanlar upuzun binaların sıra sıra dizildiği geniş caddelerden bardaktan boşanırcasına akıyorlardı.
Amir çevreye dalgın dalgın bakan Hayal'e iyi haberler verip onu keyiflendirmek istedi.
-Trene binmeden önce burada rehberlik yapan bir arkadaşımla konuştum. Bize yardım etmesini rica ettim. Yarın İmparatorluk Sarayı'na bir turist grubu götürecekmiş. Eğer istersek katılabileceğimizi söyledi. Şansımız varsa prensesi halkı selamlarken görebiliriz.
Beş yıldızlı, lüks otellerine doğru ilerlerken güneş batmıştı artık. Kırkıncı kattaki odasının penceresine yaklaşan Hayal, ışıkların dans ettiği, rengarenk, şıkır şıkır bir şehir gördü. Yanıp sönen reklam panoları gökyüzüne uzanan yılbaşı ağacı gibi parlayan gökdelenler, arabaların suda yüzüyormuşçasına aktığı yollar...
Otelin restoranına inerlerken ''Umarım aç kalmayız.'' diye söyleniyordu Amir. Hayal gülümseyerek cevap verdi: ''Yok artık Amir, bunu sen mi söylüyorsun? Eminim burada her milletin yemeğini çok iyi pişirebilen aşçılar vardır.''Hınzır hınzır gülümseyerek ekledi: '' Yine de yöresel bir şeyler mi denesek acaba?''
Sonunda çorbayla içinde tavuk olan bir yemekte karar kıldılar. O sırada Hayal sanki birileri tarafından izleniyormuş hissine kapıldı. Çaktırmadan etrafa bir göz attı. İlerideki masalardan birinde oturan adamı daha önce görmüş olabilir miydi acaba? Adam bir süre sonra kalkıp yemek salonundan çıktı. Amir bir şey fark etmemiş gibiydi. Hayal de yemeğine devam etti.
Hayal, Kyoto'da olduğu sürede ki o bunun sadece iki gün olduğunu sanıyordu, kış bitmişti. Baharın habercisi kiraz ağaçları çiçek açıyordu artık. Bu Japonya'da tüm halk tarafından kutlanan kutsal bir dönemdi. Kiraz çiçekleri; zarafetin, inceliğin sembolüydü. Fakat ömürleri çok kısaydı. Birden bire dökülmeleri hayatın geçiciliğini, ölümün aniliğini hatırlatırdı. Kısacası sadece güzel görünen bir doğa olayı değildi bu Japonlar için. O yüzden imparatorluk mensuplarının da katıldığı bir festivalle kutlanıyordu her yıl. Ve yarın Hayal bu kutlamalar vesilesiyle belki de annesini görebilecekti ilk kez.
Gece heyecandan çok az uyuyabildi. Gün doğmadan da kalktı zaten. O gün bugün müydü? Bütün bu yolculuk, yaşadığı kötü olaylar, tehlikeler artık son mu buluyordu? Her şeyin gizemi çözülecek miydi? Sonunda annesine kavuşabilecek miydi? Yine pencereye gitti. Yüksek binaların arasında kalmış kırmızılı, sarılı, yeşilli uzaktaki renk cümbüşünü gördü. ''Saray ormanı!'' dedi. Yürümek için biraz uzak ama otobüsle birkaç dakika...''
Saat sekize ilerlerken odanın telefonu çaldı. Arayan Amir'di. Hayal'i uyandırmak için arıyordu.
-Ben çoktan uyandım.
-O halde hazırlan da çıkmadan evvel bir şeyler yiyelim.
-Tamam. On dakikaya hazırım.
Hayal o kadar heyecanlıydı ki lokmalar ağzında büyüyordu. Sadece bir fincan çay içebildi. Amir ise gayet rahat kocaman bir omleti tek başına bitiriyordu.
Ve nihayet Amir ile Hayal onları Japon İmparatorluk Sarayı'na götürecek tur otobüsüne bindiler. Hayal'in kalbi sanki vücudunun dışında atıyordu. Hayatında hiç olmadığı kadar heyecanlıydı. Otobüsten inerken Amir'in elini tuttu. Turist kafilesiyle beraber yüksek duvarların ortasındaki büyük oymalı kapının açılmasını beklediler.
Kapı heybetine yaraşır bir gürültüyle iki kanadını açtı meraklı kalabalığa. Önde rehberler arkada turistler ilerlemeye başladılar. Sarayın çevresi durgun bir ırmakla çevriliydi. Ama hayır! Bu doğal, bildiğimiz ırmak değil; insan eliyle kazılmış hendeklerin suyla doldurulmasından elde edilmiş suni bir kanaldı. Kanaldan karşıya geçmenin yolu ise gri taşlardan örülü geniş kemerli bir köprüydü. Kemerlerin birleştiği kalın kolonların üstünde beş tane bembeyaz karpuzun parladığı görülüyordu. Bunlar ateşte evcilleştirilmiş siyah demirden avizelere yerleştirilmiş lambalar olmalıydı. Köprü, tüm süslemeleriyle zarafet timsaliydi. Sanki kapıya yakın olan ayakları gerçek dünyada, karşı yakaya basan ayaklarıysa bir masal ülkesindeydi.
Karşı kıyıda yüksek surların üstünde görülen kıvrık çatılı yapı ise beyaz bir kartal gibi zirveye konmuş etrafı gözlüyordu adeta.
Dans edermişçesine kıvrım kıvrım kıvrılmış yeşilli, sarılı, kırmızılı ağaçların arasından geçtiler. Bu ağaçların ardından belli bir sıraya göre dikilmiş kiraz ağaçları uzanıyordu. Pembe ve beyaz çiçeklerden oluşmuş bir okyanus gibiydi burası. İnsanın bu manzaradan etkilenmemesi mümkün değildi. Gerçekten ilahi bir dokunuş seziliyordu. Japonlar'ın kiraz çiçekleriyle yeniden doğuş kavramını nasıl ilişkilendirdiklerini anlamak zor değildi.
Çiçeklerin kokusunu içlerine çekerek yürümeye devam ettiler. Berrak suların dinlendiği birikintilerde hayali suretlerine baktılar. Ve sonunda onu gördüler.
Pembe kiraz çiçekleriyle süslü beyaz kimonosunun içinde saçları geleneksel şekilde arkada toplanmış en fazla kırk yaşında gösteren Prenses Sakura! ''Kutsal Kiraz Çiçeği.'' Sarayın en üst katının balkonunda sanki bir biblo gibi duruyordu. Kıpırdaman, hareketsiz...Çok çok eskiden oraya konulup da unutulmuş bir heykel gibi...Yalnız gözleri kimsenin görmediği bir şeyleri izliyor ya da kimsenin görmediği birilerini takip ediyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme...
-Hayal Hanım! Hayal! İyi misiniz!
Hayal'in gözleri birden bire kapandı. Bacakları onu taşıyamaz oldu. Olduğu yere yığıldı. O anda herkesin ilgisi Hayal'e kaydı. Prenses de aniden yok oldu. Birkaç kişi Hayal'i taşımak için Amir'e yardım etti.
-Daha iyi misiniz? Çok şükür gözlerinizi açtınız.
-Ne oldu Amir? Neredeyiz?
-Otele döndük. Sarayın bahçesinde bayıldınız. Sabah doğru düzgün bir şey yemediniz, muhtemelen ondan oldu.
Hayal kendi kendine mırıldandı:
''Tabii tabii. Annemi görmemle hiç ilgisi yok zaten.''
Amir ısrarla devam etti:
-Sizin için hamburger istedim. Şunu yiyin. Sonra da dinlenin biraz.
-Tamam, sağ ol.
Hayal, hamburgerini yerken ufak ufak resimler gözünün önüne gelmeye başladı: Sarayın bahçesi, Prenses Sakura ve bir de o adam! Hani geçen akşam restoranda gördüğü...''O da turist her halde.'' diye söylenirken çıkardığı ceketinin cebinden yere bir kağıt düştü. ''Prenses Sakura, yarın akşam gün batarken sizi sarayın batı bahçesinde bekliyor olacak.''
''Ne?! Nasıl?!''
Tam Amir'i çağıracaktı ki kağıdın alt kısmını okudu:
''Not: Yalnız geliniz.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BÜYÜLÜ YAZI
ActionYazı Tanrısı Thoht. Büyük Piramiti o yapmış içine de yazıyla ilgili araç gereçleri koymuş, papirüsten kağıt yapmayı rahiplere öğretmiştir. Dikilitaşların birinde ve Napolyon'un Paris'e götürdüğü bir parşömende Thoth'un kitabından bahsedilir. Bütün i...