9

342 26 18
                                    

           

"İçinde yalnızca sözcüklerin olduğu bir defter yüzünden hala herkesten korkuyorum , hep birileri yatağımın altına bakacak , gizli sözcüklerimi bulacak ve beni yaralayacak sanıyorum."

*Nil İpek-Gömülür*

Yürüdüm , yürüdüm ve yürüdüm...Okul çıkışı onun eve gelebileceğini tahmin ettiğim saate kadar elimde sarı bir zarfla defalarca aynı sokaklardan geçtim. Her geçişimde büyük mavi binanın önünde oturan yaşlı teyzeye selam verdim , bakkalın  önündeki kedileri sevdim , tek katlı evlerinin önüne çizdiği sek sek ile tek başına oynayan ,sarı saçları örgülü olan kız ile oyun oynadım.

Okul çıkış saatinden bir saat sonra gittim. Yine o gece yaptığım gibi alelacele bıraktım mektubu kapının önüne. Zile bastım ve iki katlı evlerinin tam karşısındaki büyük ağacın arkasına saklandım. Kapıyı annesi açtı. İlk olarak etrafına bakındı daha sonra yerdeki zarfı gördü. Eline alıp birkaç saniye inceledi. Daha sonra Barlas'a seslendi ve kapıyı kapattı.

Yaraya tuz basmak.

Aynı kelimeleri döndürüp dolaştırıp değiştirerek tekrar tekrar yazmak. Her şey aynı; yazarken hissedilenler , duyulan acı...Ama hepsinin farklı bir anlamı var. Hepsi farklı bir kapıya çıkıyor. Her kapının anahtarı , kafamın içinde farklı yerlere dağılmış. Birini açsam , aklım diğerinde kalır. Olduğum yerde sadece bekliyorum. Bir mucize olsa , bütün kapılar aynı anda açılsa.

Sadece bir kere...Dikilebilsem karşısına. Uzun uzun konuşmama gerek kalmasa. Benim onu anladığım gibi o da beni anlasa. Sadece bir kere,

Sadece bir kere sarılabilsem.

Ağlasam omzunda.

Onların evinin önünden kendi evimin önüne gelene kadar adımlarımı saydım. Ağlaya ağlaya yürüdüğüm yolun yarısında kaçırdım sayıyı. Baştan başladım.

Tekrar.

Tekrar.

Ve tekrar.

Ne ağlamamı durdurabildim ne de adım sayımı doğru düzgün sayabildim. Onu , evlerimizin arasındaki adım sayısı kadar seviyordum işte. Asla hesaplayamadığım, bir yerden sonra hep ucunu kaçırdığım o sayı kadar.

Eve vardığımda kapıyı abim açtı. Her zamanki iğrenç espri yeteneği ile karşıladı beni, "Hoş geldin Dünya'nın en çirkin şiirinin ilk Mısra'sı."

Çok ince bir espriydi gerçekten(!) Bana saydırırken en yakın arkadaşımı asla unutmuyordu. Elimdeki çantayı ona doğru fırlattım, "Hoş buldum."

"Ne oldu sana. Burnun kızarmış." Ağladığını kabak gibi ortaya çıkaran en kötü özellik.

"Hiç. Yorgunum. Uyumaya gidiyorum."

"Bu saatte?  Uyumadan önce film gecesi yapalım mı? Bu sefer benim için değil ama..."

"Bu akşam değil." Dedim, "Ama yarın yaparız. Söz."

Odama geçip üstümü bile değiştirmeden yatağıma yattım. Bir süre tavanla bakıştıktan sonra , canımı yakabilecek kaç tane müzik varsa hepsini dinledim. Ne düşünmeden durabiliyordum ne de uyuyabiliyordum. Mektubu okumuş muydu acaba? Ne düşünüyordu? Hiçbir tahminim yoktu. Boğazımda kocaman bir yumru vardı. Hala ağlamak istiyordum. Deli gibi , hıçkıra hıçkıra ağlamak. Ama ağlayamıyordum.

Yattığım yerden doğrularak sağ tarafımdaki komedinin çekmecesini açtım. Her zaman orada duran o kitabı elime aldım. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu.  Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes alarak , rastgele bir sayfa açtım,

GİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin