Olcay’ın erkenden uyumasını sağladıktan sonra salona geçmiştik Bartu’yla. Olcay’ın mızmızlıkları ve tripleri sayesinde sanki bir anda beş yaşında bir çocuğum olmuştu. Ama bir şey için ona teşekkür etmem gerekiyordu, bir şeyi fark etmemi sağlamıştı. Asla bir çocuğum olmamalıydı. Çocuğunu vurmakla tehdit eden bir anne düşünebiliyor musunuz? Ah, hayır buna ben bile izin veremem.
“Ne düşünüyorsun?”
Bartu’nun sorusuna aklımdakileri söyleyemeyeceğimden dilimin ucuna gelen ilk şeyi söyledim. “Evinizde içki olup olmadığını.”
Kaşlarını hafif çatıp tartar gibi baktı bana ama yine de cevap veri. “Tekila olacaktı.”
“Gerçekten mi?” dedim gizlemeye uğraşmadığım şaşkınlığımla.
“O kadar da garipsenecek bir şey değil.” diye mırıldanarak mutfağa gitti ve elinde bir şişe, iki bardakla döndü. “Bekle.” diye mırıldanıp tekrar mutfağa gitti, birkaç limon dilimi ve tuzla geri geldi. Şimdi her şey tamamdı.
Şişeyi açıp bardaklarımıza doldurdum ve kendiminkini elime aldım. Tuz ve limonu da hazırlamış bekletiyordum. Beni izleyen Bartu’dan gözlerimi ayırmadan tuzu yalayıp tekilayı fondip yaptım ve ardından limona uzandım. Boğazım alışkın olduğum şekilde yanarken yüzümü hafifçe buruşturdum. Bardağı bırakıp Bartu’ya baktım.
“Sen içmiyor musun?”
“Neden şimdi içme ihtiyacı duydun?”
Aklıma ilk gelen cümle bu olmasaydı içmeyecektim. “İçmek için bahaneye ihtiyacım yok.” dedim omuz silkerek ve ikinci bardağımı doldurdum. Bu sefer Bartu da bana katılmıştı. Aynı anda bardakları bırakıp limonlarımızı almıştık. Acaba ben art arda kaç tane tekila içebiliyordum? Hatırlamıyordum. Sanırım dörtten sonrasında hatırlamakta zorlanıyordum. Üç ideal sayıydı.
“Bu sonuncu,” diye mırıldandım doldururken. “İçeride uyuyan mızmız bir bebek var.”
“Sen bilirsin.” dedi Bartu ve doldurmam için kendi bardağını uzattı. İkimizin de bardaklarını doldurdum ve kafamın hafif hafif iyileşmeye başlamasını görmezden gelip tuzu yaladım ve bardağı kafama diktim. Bu sefer limona Bartu’dan önce uzanmıştım. O limonunu alırken ben bardağımı bırakmıştım.
“Devam edecek misin?” dedim. Başını iki yana salladı ve bardaklarımızı, kalan limonları ve tuzu toplayıp mutfağa götürdü. O gelene kadar hafiften çakır keyif olmuştum bile. İyi ki daha fazla içmemiştim.
“Uyumak ister misin?” dedi yanıma gelip. Başımı salladım evet anlamında. “Hadi benim odama geç. Ben salonda uyurum.” dedi.
“Hayır. Ben salonda yatarım.” dedim kaşlarımı çatarak ve ayağa kalktım. “Bana bir yastık, çarşaf ve pike versen yeter.”
Dengemi sağlamakta zorlandığımda Bartu hemen kolunu belime dolamıştı. O kadar hızlı içmemeliydim. “Hayır.” dedi. “Sen git ve odamda yat Deniz, uzatma.”
Kollarından kurtulup dengemi sağlayarak odasına ilerledim ve dolabını açtım. “Çarşaflar nerede?”
Arkamdan odaya giren Bartu yüzünü buruşturdu ve beni geri çekip dolabın kapaklarını kapattı. “Uyu işte şurada ne diye uzatıyorsun sanki?”
“Ben burada olduğum için yatağından alıkoyulmuş olmanı istemiyorum.” dedim onunla göz teması kurarak.
“Ben de burada kaldın diye rahatsız bir yerde yatmanı istemiyorum.” dedi. Bir şey söylememiştim. Çözüm düşünüyordum. Bir yandan da Bartu’nun yüzünü inceliyordum. Hafif çıkık elmacık kemikleri ve nadiren oluşan gamzelerine baktım. Dudaklarını es geçip bakışlarımı tekrar gözlerine çevirdiğimde, gözlerinin içinin parladığını fark ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KURŞUN
Adventure"Adios amigo." Söylemeyi en çok sevdiği cümlelerden biri olmuştu her zaman. Arkasında bıraktığı cesetlere bakarak söylerdi bu iki kelimeyi ve yüzündeki gülümsemesiyle uzaklaşırdı. Nedeninin ne olduğunu sorgulamadan yerine getirdiği emirler yüzünde...