[12]

529 53 12
                                    

18 Temmuz, Perşembe

Akşam.

Bir rüya gördüm. Sanki bir kamerayla çekilmiş gibi dışarıdan izliyordum kendimi. Eğildim ve gözyaşları içerisindeki kıpkırmızı ve ıslak yüzümle fısıldadım. "Bebeğim, gitmeliyim. Kalarak senin de hayatını mahvedemem."

Veda gibiydi. Aslında daha çok mazeret. Dışarıdan izlerken bile derin bir keder duydum. Bir ihtimal, belki de eğildiğim şey sendin, bariz şekilde kendimin yanında senin hayatını da mahvettiğim düşünüldüğünde... lakin üzerinde durmaya gerek yok, rüyaların tersi olur derler.

Üç gün önce olanlardan sonra ilk kez Bucky odama geldi ve yemeyi reddettiğim yemeklere şöyle bir baktı. Bana yemek yedirdiğinden eminim ki haberi vardı ve muhtemelen önceki günden sonra bu tepkiyi bekliyordu. Sargıladığım elime şöyle bir baktı ve elindeki cam parçasını havaya kaldırıp bana gösterdi. "Bir şampanya bardağının sapını ortadan çatlatabilen çok kişi görmedim." Gerçekten de tam ortadan diklemesine inen bir çatlak vardı.

"Yere düştüğünde olmuştur." dedim sadece ve camdan dışarı baktım. İster kabul et ister etme, Bucky öylesine konuşmak için yanıma gelmiş olamazdı. Bir şey planlıyordu ama yine de sana yakın biriydi, ondan birkaç şey öğrenebilirdim çünkü sevgilim, üsteki herkes bir şeyler biliyor ve benden saklıyorlar. Bunun ya da bunların önemli olduğuna kalıbımı basarım.

"Ne olursa olsun, ne yapmaya çalıştığının farkındayım." durdu ve tepki vermemi bekledi ama camdan bakmaya devam ettim. "Gösteriş falan değil, farkındayım. Kimsenin farkında olmadığını düşünerek yardım çığlıkları attın dün sen." Gözlerim istemsizce buğulandı. Bunu düşünmek ve dile getirmek ayrı, başka birinden kendi çaresizliğini dinlemek ise apayrı. Sanki söylemek istediklerimi söylüyordu. Yatağımın kenarına oturdu. "Resmen 'bana yardım edin' diye çığlık attın. Tek istediğin şeyin Steve'in hatırlaması olduğunu biliyorum. Ona biz de çok yardım edemiyoruz çünkü apayrı yaşıyordunuz. Özel hayatınız sizde saklıydı. Biz sadece gördüklerimizi anlatabiliyoruz ama Steve buna pek inanıyor gibi değil."

Bana bu konuda en fazla şey söyleyen tek kişi oydu. aynı zamanda onlara inanmadığını söylemişti bu yüzden ona baktım. Her şeyi bir kenara koysak bile, Bucky ile çocukluk arkadaşısınız. yine de inanmıyor musun ona? Başka kime inanabilirsin ki o zaman? seni kim ikna edebilir ki? Tony de edemez, ben de edemem. Kimse edemez.

"Ama Steve'in sana yüksek ihtimalle anlatmadığı ve ya bahsetmediği şeyler var Serain. Bunları onun izni olmadan sana anlatamam. Yine de senin tarafındayız. Hatırlaması için elimizden gelenleri yapıyoruz. Deja vu gibi şeyler. Hatırlamaması bizim de aleyhimize. Bu yüzden canını sıkma. Dünkü bakışın bile Steve'i etkiledi. Gerçi..." durdu ve derin bir nefes aldı. Gözlerini etrafta dolaştırdı ve sonunda omzumu sıvazladı. "Bu işte beraberiz. yalnız değilsin. Yardım için kendini yırtmana gerek yok. ufak bir seslenişin bile yeter." Hafifçe gülümsediğinde bile tepki veremedim çünkü düşündüğümden daha çok etkilenmiştim. O gitti ama ben aynı pozisyonda kalmaya devam ettim. Aklıma bir şey gelmişti, evimiz. Belki kolundan tutup seni oraya götürdükten sonra her köşesindeki anılarımızı anlatamazdım ama özellikle dünden sonra beni istemsizce takip edeceğini ya da ona benzer bir şey yapacağını düşünüyordum. Bu yüzden yolda en sevdiğim kahveyi almak için kredi kartımı aldıktan sonra üzerimi giyip, aynı zamanda nedensizce en sevdiğim topuklu çizmelerimi giymiştim, yaz olmasına rağmen, arabamın anahtarını aldım. Odamdan çıkmadan önce Friday'e arabamı hazırlatmasını söyleyecektim ama zaten kapıdan yirmi metre ötedeydi.

Odandan bir hışım çıktığımda bir bakan on kere daha bakıyordu. Bu sebepten ötürü muhtemelen on beş saniye içerisinde Tony'nin odamdan çıktığından haberi olmuştur. Muhtemelen sana haber verip aksiyon yapmamıştır çünkü ikimizin kapıda karşılacağını biliyordu.

Sonunda lobiye ulaşıp ana kapıya ilerledim ve dönen kapıları beklemeden manuel cam kapıya yöneldim. Karşıdan biri geliyordu ama ona dikkat etmedim. İkimiz de aynı anda kapıyı açtık ve içeri giren senle dışarı çıkan ben burun buruna geldik. Sana daha önce zamanın durmasından bahsetmiştim hatırlıyorsun değil mi? İkimiz de birbirimize bakarken etrafımızdaki her şeyin durduğunu, her şeyin silindiğini... işte tam öyle bir anın içine düşmüştük yine. Bu fırsatı hızla değerlendirdim. Yüzünü inceledim. Yanakların çökmüş, sakalların daha da uzamış, göz altların koyulaşmıştı. Saçların dağınıktı ve her zaman dağ gibi duran sen, yerle yeksandın. Bunda payım olduğunu biliyordum ama sana öylece aklıma gelen her şeyi yapamazdım. Sen kendini uzakta tutarken en fazla önceki gece kadar yaklaşabilirdim sana. Kendi yaptığım şeyi düzeltememem... kelimelere sığmıyor, anlatamıyorum. Affet.

Sonunda hafifçe bedenini yan çevirdin ve bana yol verdin. Artık kendimi başka bir yere bakma zorunluluğunda hissettiğim için gözlerimi senden aldım ve yanından geçip arabama ilerledim.

Arabama binip emniyet kemerimi takarken dahi bana baktığını hissedebiliyordum. Sakince arabamı çalıştırdım ve evimizin yolunu tuttum. Mahallemize ulaştığımda ufak meydandan bir kahve aldım. Ardından evimize gittim.

İçerisi havasızdı. Yokluğunu haykırıyordu sanki, cansızdı. Buna katlanamadım ve camları açtım. Arkamdan gelsen de gelmesen de bu hava senden bir şeyler barındırıyordu Steve ve inan bu bile yeterli.

Camı açtıktan sonra arkamı dönüp etrafa şöyle bir baktım ve aklıma bir fikir geldi. Neden sana yemek yapmıyordum ki? Ya da sana demem çok doğru değil, eski günleri yad etmek için demek daha doğru.

Dolabı açıp kontrol ettim ve karşılaştığım tek şey birkaç kavanozdu. Bilirsin, domates püresi falan. Bu yüzden hem tekrar kahve almak (çünkü hem iyi gelmişti hem de daha çok istiyordum), hem de eskiden çok sık yaptığımız bir yemek için gerekli malzemeleri almak üzere evden çıktım. Belki en kötü ihtimalle kokusu sana bir şeyler hatırlatırdı çünkü sadece koku duyusu talamusa uğramadan beynin arka labuna gider. Bu yüzden hafıza kayıplarında koku duyusuyla bir şeyler hatırlatmaya çalışırlar. Neden bunu daha önce akıl etmediğimi sorarsan... şu an bile işe yarayıp yaramayacağı meçhul. Tabii, geçmiş zaman olduğu için, meçhuldu. Önceden de bahsetmiştim, iki gün önceki olaylardayız hala.

Dışarıya çıkıp rüzgar saçlarımı savura savura eserken, ben de evde masanın üstüne bıraktığım, bir aydır boş boş durmaktan tozlanmış güneş gözlüklerimle tekrar kahve aldım, nedensizce, en kalorili olanlardan birini seçtim. Sonra markete girdim ve elimde kahvem ve alışveriş arabamla raflar arasında dolandım. Birkaç saat sonra evi temizlemiş, yemeği yapmış, gün batımını izlediğimiz salonumuzdaki yemek masamızda tek başıma oturuyordum. Belki kapı çalar da sen gelirsin diye umutsuzca bekledim. Gelmedin.

Belki de, başından beri böyle olmalıydı. Belki de gerçek anlamda hayatıma devam etmeliydim, Steve. Sürekli aynı binada kalarak aslında bir aydır ikimize de eziyet ediyorum. O yüzden duvarı kaplayan camlarımız önünde durup gün batımını izlerken, buraya dönmeye karar verdim. Yenilmezler Karargahı'na bir daha uğramama gerek yoktu çünkü hem orada Natasha ve Pepper'ın eşyalarını giyiyordum yani eşyam falan kalmamıştı, hem de Tony'nin dırdırıyla uğraşamazdım. O yüzden o gece dönmedim, dün gece de. Bugün de dönmeyeceğim ve Steve, hala umutsuzca kapıyı açıp "Yemek hazır mı?" diye sormanı bekliyorum. Aptalca, umut işte.

Ev sessiz, alışamıyorum buna bir türlü. Sanki sükûnet düşmanıma dönüştü, sanki ultra sessiz ampullerimiz bile kafatasımı delen bir matkap gibi ses çıkartıyor. Alışamıyorum, Steve. Ev çok sessiz.

i should've kissed you longerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin