43.Bölüm (Melek Kanatlı Şeytan)

533 104 96
                                    

LUCY

Natsu uzun bir süre çemkirse ve bunu kabul etmek istemese de sonunda müttefik olma fikrine sıcak bakmak zorunda kalmıştı, zaten duruma bakılırsa da başka türlü hayatta kalamayacakmışız gibi görünüyordu.

Bu çok garipti, her ne kadar vampirleri yenebilecek güçte olsak da klanımız hep savaşlardan uzak durmayı seçerdi, uzlaşmanın ve anlaşmanın önemine inanırdı, şimdiyse sanki tüm dünyanın kaderi buna bağlıymış gibi bir canilikle saldırıyorlardı, bu korkunçtu.

Sorun vampirlerin güçsüz olması falan da değildi, iki birlikle de aynı anda savaşıp hala tek bir bölgeyi bile kaybetmemiş olmak bir mucize gibiydi ama bu mucize her an son bulabilirdi, zayıf düşmüştük.

Klanım herkesi ağının içine almıştı ve tek yaptığı ipleri biraz sallayıp kendi çapında eğlenmekti çünkü tanrıça klanının bundan çok daha güçlü olduğunu biliyordum ve resmen oyalanıyorlarmış gibi geliyordu.

Ayrıca bizden çok daha avantajlıydılar, ucubelerin kaçış rotalarını bildikleri için kendi birliklerini hep onlarla karşılaşmayacak şekilde yerleştiriyorlardı, ucubeler bize saldırdıktan sonra iki tarafın zayıf düştüğü anı kollayıp ortaya çıktıklarındaysa zaten savaştan yorgun düşen diğerlerinin pek bir şansı kalmıyordu karşılarında.

Yine de bu savaşta doğru olmayan bir şeyler vardı tıpkı Khun'un dediği gibi, klanımız her ne kadar tanrıça yetiştirme konusunda acımasız olsa da sivilleri bu şekilde tehlikeye atacak şeyleri yapmazlardı, en azından o yapmazdı.

Annemin ölümünden sonra Baş Tanrıça olan kişi teyzem Anna'ydı ve o ünvanı aldığından beri başka biri gibi davranıyordu, özellikle son bir kaç yılda tanrıçalar onlardan beklemediğim o kadar çok şey yapmışlardı ki o kadınla olan tüm ilişkimi kesmem gerekmişti. Kim olduğu hiç fark etmezdi gerçi çünkü bu yapılanları öylece kabullenemezdim.

Önce Urek ortadan kayboldu şimdiyse Khun teyzemle konuşmak için gizlenen tanrıça bölgesine sızmak için gitti, huzur içinde yaşamak için daha kaç kişiyi kurban vermemiz gerekiyor bilmiyorum ama bu durum artık sinirlerimi bozmaya başladı.

Koltuğa tırnaklarımı geçirip dişlerimi sıktığımı fark etmem çok geç sürmüştü. Fark etmemi sağlayan şey ise birinin hafifçe kıkırdadıktan sonra "Stresli görünüyorsun, Lu-chan." demesiydi.

Telaşla ayağa kalktığımda odamada daha önce hiç karşılaşmadığım bir adamın olduğunu fark ettim. Elinde bir paket marshmallow tutuyordu ve benim ayaklandığımı görünce paketi bana doğru uzatıp kibarca gülümseyerek "İster misin?" diye sormuştu.

O gerçekten... Çok güzeldi. Beyaz saçlarıyla ve mavi gözleriyle gerçekten bir melek gibi görünüyordu, yüzüne yerleştirdiği sıcak gülümseme ve kibar ses tonu ona karşı çıkmayı zorlaştırıyordu sanki.

"Sen kimsin?!" Bana uzattığı paketi geri çekerken "İstemiyorsun demek." demişti. "Üzüldüm, oysaki bunlar en sevdiklerimdendi ve seninle paylaşmaya çalışıyordum."

Gülümseyip duruyor olması sinir bozucu olmaya başladığında tekrar "Sen kimsin?" diye sordum. "Buraya nasıl girdin?!"

Masamın önündeki sandalye patron gibi oturduktan sonra benimle ilgilenmek yerine paketten çıkardığı marshmallowu parmaklarının arasında sıkıştırıp ona bakıyordu sanki bir bilim yapıyormuş gibi.

"Sana bir soru sordum!" Sesim bu sefer sertti. Bıkkınlıkla iç çekip sonunda elindeki paketi bırakıp gözlerini bana dikti. Bir süre sessizce yüzümü incelemişti.

Dirseğiyle masadan destek alıp elini yanağına koyarak "Çok sabırsızsın." demişti sevimli bir sesle. "Ama ben Lu-chan'ın bu hallerini seviyorum." Tekrar gözlerini kısıp güldükten sonra bana bakan mavi gözlerindeki soğukluk tüm bedenimi ürpertmişti.

Suck My SoulHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin