Otelin havuz kenarındaki çiçekleri sularken kendimi bir o kadar bu işe odaklamış, kafamı sadece çiçeklere verebilmek için etrafa dahi bakmıyordum. Dışarıdan bana bakan herhangi bir insan birazdan otelden çıkıp cenaze törenine katılacağımı düşünebilirdi zira ben siyahlar içerisindeydim ve buna büyük, siyah güneş gözlüklerim de dahildi.
Neredeyse son çiçeğe geldiğimde bu çiçeğin diğerlerine göre daha soluk ve cansız olduğunu fark etmiştim, diğerlerine göre daha az güneş alıyordu ve yaprakları neredeyse kırılmak üzereydi. Bu görüntü çocukluğumda fazla sudan ya da susuzluktan ölüme mahkum ettiğim çiçekleri hatırlatıyordu, hoş anılar değildi ve hatırlamak istediğim de söylenilemezdi.
Elimdeki su dolu spreyi nazikçe çiçeğin gövdesine sıktım ve yeterli bir miktarda suyu toprağına döktüm. Bu bitkilerin bakıma ihtiyacı vardı fakat insanların havuzla ilgilenmekten bitkilere baktığı bile yoktu, onlara göre bitkiler sadece süs için duruyordu buralarda.
Aslına bakarsak, birkaç ay öncesine kadar ben de bu bitkilerin süs için burada olduklarını düşünürdüm.
"Kızım birazdan eline toz bezi alıp Müstesna şarkısı da söylemesin bu?" Güneş gözlüklerimin altından arkama baktığımda Selin ve Damla'nın garipser bir şekilde bana baktıklarını ve buraya doğru ilerlediklerini gördüm.
"Lila?" dedi Damla elimdeki spreyle bakışırken. "Efendim?"
"N'apıyosun lan?" Bu sorunun cevabını Damla sorana kadar ben de hiç düşünmemiştim fakat kendime yeni uğraşlar ediniyordum ve bu kafayı yememe engel oluyordu.
"Çalışıyorum?" dedim omuz silkerek. "Kucağındaki çiçeğe annesiymiş gibi bakıyorsun, güneş gözlüklerinin arkasından bile belli oluyor bu."
"Verdiğim paraya değmemiş o zaman, ne demek belli oluyor ya?" dediğimde Selin'e dönmemle neredeyse kahkaha atmak üzere olduğunu gördüm. "Beni bitkilerimle rahat bırakır mısınız?"
"Az önce sonuncuyu sulamadın mı?" dedi Selin hala kucağımda tutmakta olduğum bitkiye bakarken. "Evet ama birazdan hepsine teker teker sevgi cümleleri söyleyeceğim."
Damla kucağımdaki bitkiyi nazikçe alırken ben hala neden bunu yaptığını kavramaya çalışıyordum. "Ateşin mi var yine senin?"
"Neden iyi bir şeyler yaptığımda sürekli bu soruyu duyuyorum ben?" dedim ellerimdeki toz toprağı silkelerken.
"Çünkü genel olarak iyi şeyler yapmayız." diyerek tamamladı beni Damla. "Neyiz biz, Hitler mi?"
"Her neyse, gidiyoruz." Selin bileğimden tutup güçlü bir şekilde beni çekmeye çalıştığında kaderime razı olarak onları takip etmeye başladım fakat planlarımda en ufak bir fırsatta onları ekmek vardı.
"Sana ne oldu bugün?" dedi Selin bir yandan da beni çekiştirirken. "Başım ağrıyor sadece." Kendim bile kabullenmediğim şeyleri onlara anlatmayacaktım, ben ne zaman onlara gerçek bir problemimi anlatmıştım ki?
"Sayın konuklarımız, otelimizde küçük bir yangın çıktığından dolayı sizi konaklama yerimize alacağız. Lütfen herkes görevlileri takip etsin."
Ardından çıkan ve üst üste gelen sinir bozucu siren sesleri ile kulağımı tıkamadan sinirle omuz silktim ve yükselen kalabalığı takip etmeye başladım, kulağımı bir iki endişe dolu çığlık geldiğinde ellerimi boğazıma götürdüm ve boğmak istercesine sıkmaya başladım.
"O nefese ihtiyacın olacağını biliyorsun değil mi?" Kafamı sağa çevirdiğimde benimle birlikte kalabalığın arasında hapsolmuş Barlas'ın zar zor ilerlediğini gördüm.
Omuz silktim. "Ölmeyeceğiz ya."
Bana şüpheyle baktı. "Sen çoktan ölmüş gibi duruyorsun ama şu an."
Yine omuz silktim. Bir şey demek için ağzını aralayacağı an bu halimi sorgulayacağını hissettim ve kalabalıktaki kaostan faydalanıp doğrudan otelin üst katına çıkmaya başladım. Yangın kapıların önünde çıkmış olmalıydı ve bahçe şuan birkaç adam ile doluydu, muhtemelen bu yüzden bizi çıkarmamışlardı. Büyük bir şey olsaydı bu odada durmayacağımızdan şüphem yoktu ve zaten kütüphane-çalışma odası karışımı duran bu geniş salon da iki yandan yangın merdivenlerine açılıyordu.
Selim ve Damla yanıma geldiklerinde salon dolmak üzereydi ve herkes farklı yönlere dağılmıştı. Kimi pencerelerin etrafında olan biteni izliyor, kimi yakınlarındakileri sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bir de ben vardım.
"Hey." Gökhan'ın yanımıza geldiğini gördüğümde yanaklarımın içini dişledim, iyi hissetmiyordum ve gürültü başımı ağrıtıyordu.
Damla'ya döndü ve elindeki kolyeyi uzattı. "Bu senin değil mi? Aşağıda düşmüş."
"Bulmuşsun!" dedi bir an kaygısını unutarak.
"Maalesef," dedi. "Kolyem yerine keşke ben yansaydım diye sayıkladığını duydum ve bu beni korkuttu açıkçası."
"Ne var?" diye hayıflandıysa da Gökhan bir an gözlerini bana döndürdü ve kaşlarını çatarak baştan aşağı üzerimi süzdü.
"Kim?" dediğinde aynı şekilde kaşlarımı çattım ve gözlerimi kıstım ama bunun gözlüğümden dolayı pek belli olduğunu sanmıyordum.
"Ne, kim?"
"Ölen kim?" dedi bu sefer. "Cicili bicili şeylerine ne oldu senin?"
"Bilmem farkında mısın ama dibinden ayrılmadığın arkadaşım canı için değil pahalı kolyesi için yakınıyordu beş dakika öncesine kadar..." Ani çıkışıma karşılık gözler -Özellikle Selin'in şaşkın bakışları- üstüme düştüğünde iyice bunalmış hissettim ve derin bir nefes vererek yangın merdivenlerine giderek oturdum, dolu hissediyordum.
Aşağı inmek istemiyordum ama burası da hoşuma gitmiyordu. Yangının büyük bir kısmı sönmüş olmalıydı fakat bahçeden yükselen gri dumanlar kolayca görüş açıma ulaşmıştı, sonrasında bu dumanları takip ettim ve az önce suladığım bitkilerin bazılarının yapraklarının çoktan tutuşmuş, kalan yarısının da zaten yandığı ve iş görmez sayıldığı için kökünden çıkarıldığını gördüm.
Bu, anlamlandıramadığım bir şekilde gözlerimin dolmasına sebep olduğunda sinir bozukluğuyla kafamı, dizime yasladığım kollarıma gömdüm ve gülmeye başladım. "Hava almak pek iyi bir fikir değildi galiba."
Yanıma oturan ve hiçbir şey olmamış gibi bahçeyi izleyen Barlas'a döndüm. "Sen neden yanımdasın?"
Bana tek kaşını kaldırarak baktı. "Seni rahatsız edecek bir şey mi yaptım?"
"Hayır," dedim dürüstçe. "Kafadan rahatsızım şu ara."
"Teknolojiden haberdarsın değil mi? Çoğu kişi dondurduğun instagramını konuşuyor ve o günden beri telefonunu da hiç açmamışsın."
"İstedikleri rujun markasını öğrenebilmek için fotoğraflarını didik didik ettikleri kişi olmak pek de iyi bir özellik değil." dedim dürüstçe. "Gratis görevi görmüyorum ben."
"Vay canına," dediğinde şaşırdığını hissetsem de bir şey demedim. "Pekâlâ, belki konuşmak istersin diye gelmiştim ama iyi hissetmiyorsun, belki sonra."
"Çiçekler yanmak zorunda mıydı?" dediğimde kalkmak üzere olduğu yerde bir bana, bir bahçeye baktı ve sıkıntılı bir nefes verdi.
"Lila?" diye sordu ciddice. "Seni bu hâle kim getirdi?"
"Sanırım," dedi arkadan gür bir ses. "Ben getirdim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Truth or Dare? || turtle
Teen FictionLila: Bir çoğu özgüvensiz, arkadaşları olmayan aptallarxd kaplumbağa: ya sen? Lila: Ben ne? kaplumbağa: arkadaşlarının kaçı en sevdiğin rengi biliyor kaplumbağa: kaçı sırf indirimde olduğu için koşa koşa aldığın çantayı kaçırmamandaki mutluluğu gizl...