''Sevgili Ingrid,
Nasılsın? Bu biraz garip bir soru, biliyorum. Nasıl olduğunu tahmin edebiliyorum. Benden sürekli mektup beklediğini de biliyorum ve daha sık yazamadığım için çok üzgünüm, ama inan bana daha fazlası elimden gelmiyor.
Merak ettiğin konuya gelirsek, baykuşun iyi. Herkes ona özenle bakıyor. Bazı geceler uzun yolculuklara çıkıp gelmediği oluyor ancak gözümüz üzerinde. Annen sevgilerini gönderiyor ve Cadılar Bayramı'nı şimdiden kutluyor. Hepimiz seni çok özledik. Mektubum kısa olduğu için üzgünüm, ancak gitmem gerekiyor. Yakın zamanda yeniden görüşeceğiz. Kendine iyi bak ve derslerine çalış.
Will.''
Ingrid heyecandan karnına giren ağrılar eşliğinde kahvaltıda gelen ancak herkesin ortasında okumak istemediği ve biraz da içinde yazanlardan korktuğu için öğle arasını beklediği mektubu okumayı bitirdiğinde kağıdı katladı ve zarfa yeniden yerleştirip cebine koydu. Gerçi fazla zamanı olmadığı için yine tenha bir yerde değildi, giriş salonunun soğuk merdivenlerinde oturmuştu. Hızla atan kalbinin sakinleşmesi için birkaç kere derin bir nefes aldı. Will'den ne zaman bir mektup alsa böyle oluyordu. Mektupların içeriği ve uzunluğu her zaman aynıydı. Ingrid'in hayali baykuşu aslında babasıydı. Gerçekte Ingrid'in bir baykuşu dahi yoktu.
Dolmaya başlayan gözlerindeki yaşları geri gönderdiğinde hafifçe gülümsemeye çalıştı. Mutlu olması gerekiyordu. Babası iyiydi işte, neden mutlu olamıyordu? İçini kemiren bir kurt vardı, oradaydı ve Ingrid onu gönderemiyordu bir türlü. İki ay, tamı tamına iki ay geçmişti ve Ingrid alıştığını sansa da, bazen dersin ortasında durduk yere gözleri doluyor, bazen de yemek yerken birden bire bunalıyor, kabına sığmıyor ve kendisini bahçeye, soğuk havaya atıyordu. Profesör Quinn'in gözleri hep üzerindeydi, derste de, başka zamanlarda da. Ingrid kadının samimiyetini hissettiği için bir yandan buna minnet duyarken bir yandan da yaşadıklarını başka birinin biliyor olması ona garip hissettiriyordu. Ancak biliyordu ki, bazen derste dalıp gittiğinde ya da saçma hatalar yaptığında profesörün kızmamasının tek sebebi kızın dalgınlığının haklı sebebini bilmesiydi. Elbette bu çok sık olmuyordu, Ingrid performansında en ufak bir düşüş gördüğü anda kendini toparlıyor ve daha sıkı çalışıyordu. Bu yüzden de dersleri sene başından beri çok iyiydi. "Eh, en azından hayatımda yolunda giden bir şey var," diye mırıldandı kendi kendine gülümsemeye çalışırken.
''Kiminle konuşuyorsun sen?'' Ingrid olduğu yerde irkildi ve tepesinde duran Joan'a baktı. Çocuk ela gözlerini kısmış, Ingrid'e anlamsız bakışlar atıyordu.
''Kimseyle. Kendi kendime.''
''Pek iyi durmuyorsun.'' Ingrid omzunu silkti.
''Başım ağrıyor biraz. Açlıktan herhalde. İçeri girelim mi?'' Ingrid Joan'ın cevabını beklemeden ayağa kalktı, tam Büyük Salon'a yürürken Joan onu durdurdu ve yüzüne samimi ve hafif bir gülümsemeyle baktı.
''Bir sorun var, değil mi?'' Ingrid iki ayın acısını tek seferinde çıkarmak istiyormuş da bu soruyu bekliyormuş gibi bir hıçkırık kopardı dudaklarının arasından, gözlerinden yaşlar sicim gibi akarken Joan ilk önce şaşırdı, ardından kızı kolundan çekti ve göğsüne yatırdı. Ingrid'i gerçekten seviyordu, en yakın arkadaşıydı. Elbette ağladığını daha önce de görmüştü ancak hiç bu kadar içli ağlamamıştı.
''Hey, sakin ol.'' Ingrid'in ağlaması kısa sürdü, Joan onun omzunu okşar ve saçlarına ufak öpücükler kondururken hala giriş salonunda oldukları için dersten çıkan ve yemek yemek için Büyük Salon'a giden öğrenciler onlara merakla bakıyorlardı. Artık emin olmuşlardı, bu ikisi kesin sevgiliydiler. Birkaç dakika içinde yemeklerini yiyen öğrencilerin hatırı sayılır bir kısmı bu dedikoduyu yaymakla meşguldü. Bu dedikoduyu Gryffindor masasında sürdürenler sayesinde duyanlardan biri de Sirius Black oldu ve yemeğini gayet keyifli yerken bir anda yüzünün düşmesine neyin sebep olduğunu anlayamadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bryne & Black
FantasySlytherin'li bir kız, Sirius Black ve karanlığın yükselişe geçtiği yıllarda Hogwarts'ta verilen bir mücadele.