Gözlerim aylardır bozulduğu halde düzeltmediğim saatimde takılı kalmıştı. Zaman akıp gidiyordu ama ben neden saatlerdir olduğum yerden kıpırdayamıyorum ki? Kolumu kıpırdatacak halim olmasa bile, bir şekilde ayağa kalkmayı başarabilen ben, neden günlerce uyumak istiyordum ki?
Karanlık odada yalnız başına oturan ben, pencereden içeri su gibi akan ay ışığına o kadar minnettardım ki. Hayat durmuş, ölmüş gibiydi. Yıllar önce kendim için değil, annem için yaşamayı tercih etmiştim. Ben öldüğü halde insanların gözlerini boyamak için nefes alıyormuş gibi yapan bir cesettim.
Derin bir nefes alarak kafamı yerde birbirine girmiş kanlı pamuklara çevirdim. Oda karanlık olduğu halde rengini net bir şekilde görüyor olmak içimi ürpertse de pamuklardan birini elime alarak yukarı kaldırdım. Daha birkaç saat önce damarlarımdan akan bu kan, şimdi kurumuş, beyaz pamuklara elbise olmuştu.
Delirecekmiş gibi olduğumda kafamı sallayıp yerdeki pamukları da elime alarak ayağa kalktım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Birisinin benim için hayata dur demesi lazımdı. Yardıma ihtiyacım vardı. ‘Geçecek, gerçekten bir gün her şey geçecek.’ diyen birisine ihtiyacım vardı.
Elimdeki pamukları kenardaki çöp kovasına atarak sarsak adımlarla banyoya girdim. Aynaya bakacak gücüm olmadığından kafamı kaldırmadan yüzüme art arda vurduğum soğuk sular az da olsa kendime gelmeme yardımcı olsa da bileğimdeki sargının da ıslanmasına sebep olmuştu. Olsun, bundan ölmem, kanlanmış sargıya değen bir kaç damla sudan kimse ölmediyse ben hiç ölmem.
Banyonun ışığını kapatma gereği bile duymadan direkt balkona doğru yürüyüp kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz yüzüme vuran serin hava içimi titretse de aynı zamanda dudaklarıma küçük bir gülümseme kondurmuştu. Yaşıyordum... Yaşadığımı hissediyordum.
Ellerimi demirliklere yaslayarak kafamı yukarı kaldırıp derin bir nefes aldım. İşte, işte bu. Yüzümdeki küçük gülümseme büyümeye hazırken bir anda yüzüme düşen şeyle irkilerek geri çekilip sırtımı duvara çarptım. Elimi kaldırıp yüzümdeki şeyi aşağı çektim. Mavi kazakla burun buruna geldiğim an tekrar yukarıdan balkonuma bir şey düşmeye başladı.
Kazağı aşağı indirirken balkona asılı kalan pike ve ayaklarımın bir kaç adım önünde duran yastığa bakarak hırıltılı bir şekilde gülümsedim. ‘Geldi’ diye fısıldadım. O birisi geldi. Geldi ihtiyacım olan.
Dudaklarımdaki buruk gülümsemeyi silmeden elimdeki mavi kazağı kafamdan aşağı geçirip ayağımla yastığı önüme çektim. Demirlere asılı kalan pikeyi omuzlarımdan geçirdikten sonra kafamı yukarı kaldırdım.
"Bugün pikeyi doğru atamadım, o yüzden pikenin parasını almayacağım."
Yüzündeki serseri gülüşü, alnına dökülen uzamış siyah saçları, hafif kızarmış yanaklarıyla hem çok sevimli hem de çok erkeksi görünüyordu. Az önce yaşadığımı söylemiştim dimi? Lafımı geri alıyorum, asıl şimdi yaşadığımı hissediyordum. Yaşıyorsun Soobin. Nefes alıyorsun ya bu yeter sana.
Bir kaç saniye daha yüzüne baktıktan sonra kafamı sallayarak geri çekildim ve yere bıraktığım yastığa oturarak sırtımı duvara yasladım. Her ay en fazla üç kere yaşadığımız bu olay benim için o kadar değerliydi ki. En azından bu bir kaç dakikada yalnız olmadığımı hissediyordum. Bak Soobin, en azından seni düşünen bir kişi var diyordum.
Daha kaç dakika öyle sessiz kaldık bilmiyorum ama yüksek sesle öksürdüğünde tekrar buruk bir şekilde gülümsedim. "İyiyim," dedim bileğimdeki sargılı elimi arkamda gizleyerek. "Bir şeyim yok. Bu sefer yarasız halledebildim." Sesimi duyurabilmek için sesim ikimizin duyabileceği kadar yüksekti. Zaten bizi ikimizden başka kimse duymazdı.
"Bana yalan söyleme. Bileğini görmediğimi mi sanıyorsun koca kafalı?"
Gözlerimi kapattım. Herkese… Gözlerimi kapattım tüm seslere ve "Özür dilerim…" dedim herkes olmayan sana. "Özür dilerim." diye fısıldadım duymak istediğim tek sesin sahibine. Ama sesimi kendim bile duyamadım.
"Eğer…" dedi boğuk sesle ve bir kaç saniye sustu. "Eğer özrün bileğindeki kanlanmış sargının altındaki yarayı iyileştirecekse o zaman kabul ederim. Yoksa benden özür dileme. Kendinden başka kimseden özür dileme aptal."
Sustum. Zaten ağzımı açacak, ona bir şeyler söyleyebilecek gücüm yoktu. Benim kendime bile söyleyebilecek tek bir kelimem yoktu.
"Daha fazla oturma orda. Yemek yemediysen yemek ye. Bize gel demiyorum çünkü gelmeyeceğini biliyorum. Eğer aç değilsen kalk uyu. Yarın maç var ve bana yenilmek istemediğini biliyorum."
Yine sustum. Ben sana çoktan yenildim diyemeyecek kadar sustum. Yine bir kaç dakika daha sessizlik olunca gittiğini düşünmeye başlamıştım ki "Soobinah" diye fısıltısını duydum.
"Hı?” diyebildim sadece ama sonra aramızda mesafenin çok olduğunu hatırladığımda "Efendim?" dedim.
"Geçecek..." dedi güzel sesiyle. "Geçecek ve her şey daha iyi olacak. Sen de annen de daha iyi olacaksınız. Bu yüzden…” dedi duraksayarak. "Bu yüzden, nolur pes etme. Olur mu? Pes etme koca kafa." Çatallaşan sesi kalbimin ortasına kocaman bir taş bırakmıştı. Sol gözümden akan yaşa rağmen gülümseyerek "Yarın herkese Choi Yeonjun'un ağlak bir bebek olduğunu söyleyeceğim." dedim bir kaç damla daha aşağı süzülürken.
Dalga geçmeme rağmen tekrar "Olur mu?" diye sorunca derin bir nefes alarak "Olur." dedim. "Olur, pes etmem Choi Yeonjun."
"Söz mü?"
"Söz."
İstediğin cümleleri duydun Choi Soobin. Hadi ayağa kalk ve yarın hiçbir şey olmamış gibi, bileğindeki kanlanmış sargıya rağmen herkese gülümse.
Tekrar kaçmak için geri geldim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nepenthe / YeonBin
FanfictionBazen insan görmemesi gereken bir şeyi gördüğü için, bazense görmesi gerekirken her şeye kör olduğu için kaybediyordur... Taegyu #1 23.11.20 Hanse #1 Yeonjun #1 ...