Nedir sizi kötülük yapmaktan alıkoyan şey?
Tanrı korkusu mu? Toplumsal ahlak değerleri mi? Kanunlar mı?
İnsanların çoğunu iyi olmaya iten şeyler bunlardır. Cehennemle korkutmadığınız sürece kana susamış yığınları kontrol altında tutamazsınız. Medeniyeti yaşatmak istiyorsanız, toplumun önüne ahlaktan ve kanunlardan oluşan bir duvar koymak zorundasınız. Çünkü vahşet, çoğu insanın özünde bir nehir gibi çağıldar. Ve en korkunç canavarlar, ahlak duvarlarının ardında yatar.
Bense o duvarı uzun süre önce yıktım. Çünkü içimdeki canavarı kontrol etmek için ahlaki değer yargılarına ihtiyacım yoktu. Vahşet yaratmıyor oluşumun sebebi ahiret korkusu değildi. İnsanlık dışı kötülükler yapmamı kanunlar engellemedi. İyi bir insan olamadım ama çoğu insanın aksine, kim olduğumu hiç saklamadım.
Medeniyetin yıkıldığı, toplumsal ahlakın çöktüğü ve Tanrı'nın öldüğü bir dünyada da ben aynı adam olacaktım.
"Bana bak Alparslan, orada hareketlerine dikkat edeceksin." diyerek bininci kez aynı konuşmaya başladı abim. "Şevket benim asker arkadaşım, kızları da senin gönül eylediğin kızlara benzemez. Bunlar edep adap bilen insanlar, orada abuk subuk laflar edeyim deme sakın. Zaten kızlardan uzak durman gerektiğini söylemiyorum bile-"
Bu tiradın yaklaşık on dakika süreceğini bildiğim için onu dinlemeyi bırakıp camdan dışarıyı izlemeye başladım. Aylardan ağustostu ve Adana cehennem gibi yanıyordu. Abimin aklına uyup dünyanın en saçma macerasına atılmak için yanlış zamanı seçmiştim. Üstelik macera henüz başlamamıştı bile, zira gideceğimiz çiftliği bir türlü bulamıyorduk.
"Ulan sen beni duymuyor musun?!"
Abimin öfkeli sesiyle birlikte kendime geldim. Başımı çevirdiğimde adeta burnundan soluyordu, onu dinlemediğimi fark etmişti anlaşılan.
"Bu sefer affetmem!" dedi kükremeye devam ederek. "Uslu duracaksın burada, anladın mı? Eğer kızların üç metreden yakınına vardığını görürsem öz kardeşim demem na şu makinalıyla deşerim ciğerini-"
"İzzet!" diye bağırdı yengem. "Sen ne biçim laflar ediyorsun çocuğa öyle?!"
Kolunu omzuma atıp korumacı bir tavırla beni yanına çekerken abim şaşkınlıkla etrafına bakındı. Ardından arabanın koltuk aralarına göz attı teker teker. Aradığını bulamamış olacak ki, yerdeki paspası kaldırıp altını kontrol etti. Ayağa kalkıp ön tarafa, şoförün yanındaki koltuğa bakındıktan sonra karısının şaşkın bakışları arasında yerine dönüp oturdu ve sordu.
"Hangi çocuk?"
Yengem bir eliyle beni işaret ederek kükredi. "Aha bu çocuk!"
Gülmemek için kendimi zor tutarken abimin "Bu mu çocuk?!" diye yükseldiğini duydum. "Yirmi sekiz yaşında çocuk mu olur Gül'üm?!"
"Çocuk tabi, elime doğdu o benim." diyerek söylendi yengem. Ardından yanaklarımı sıkıp şak diye kafamı öptü. "Oyy yengesi kurban olsun."
Evet, yengem Gülendam Ahıskalı böyle bir kadındı işte. Abimle aramdaki yaş farkı yüzünden onların çocuğu gibi büyümüştüm, bilhassa yengem öz annemden daha öteydi. Kendisi beni doğururken ölmüştü fakat abimin söylediğine göre yaşasaydı o bile benim üstüme yengem kadar titremezdi. 'Anam beni kafama tasla vura vura yıkardı.' diye söyleniyordu bazen. 'Yengen senin üstüne titriyor... Adalete bak anasını satayım!'
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ederlezi
Romantik"Sabaha kadar konuşmanın sabaha kadar sevişmekten daha tehlikeli olabileceğini kim tahmin ederdi ki? Her gece çiftliktekiler uyuduktan sonra Elif gizlice odama gelip yatağın diğer ucuna geçiyordu. Işıkları yakmayı hiç teklif etmemiştim, o da durum...