Koku genelgeçer bir kavram değildir. Bir yiyeceğin, bir kıyafetin hatta bazen bir insanın kokusu bile farklı gelebilir insanlara. Annesinin pişirdiği o çöreklerin kokusunda duygulanır biri, çok başka birisine ise o koku fazla kilolara işarettir, nefret eder. Sevdiği insanın parfüm kokusu öyle güzel gelir ki insana, diğerlerinin bu cezbedici kokuyu almamasına şaşırır. Oysa bilmez ki o kokunun güzelliği içindeki duygulardan gelir.
Duyguların kokusu vardır. Kim ne derse desin duyguların kokusunu her insan hisseder. Ben de hissediyordum. Saatler öncesine kadar aldığım şehvet kokusundan geriye hiçbir şey kalmamış, o saatlerden bu yana günler geçmiş gibi hissetmeme sebep olmuştu. Sanki kucağımdaki bedenin nefes aldığı zamanlar günler, haftalar önceydi. Zaman kavramını tamamen kaybetmiştim. Kendi vücudumu bile hissedemez hale gelmiştim. Hissettiğim tek şey hala sağ elimde tuttuğum bıçaktı. Onu göğsünden çıkarmıştım. Ölümün aracı, dostu tüm varlığıyla avucumu kirletmeye devam ediyordu.
Diego'nun dizlerimde olan başına eğilip bakamıyordum bile. Çünkü dakikalar önce görmüştüm o cansız yüzünü. Her zaman parlayarak bakan gözlerinin ışıltıları da ruhuyla birlikte uçup gitmişti. Bedeni o kadar soğuktu ki, eski sıcaklığından geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Hareket edemiyordum. Yaptığım şeyin ağırlığı yıkılmıştı üzerime. Eztli'ye nasıl güvenmiştim? Ben ne yapmıştım?
Sol elimle bastırdığım yarasından akan kanlar dakikalar önce kurumuştu. Diego'nun vücudunda akacak tek bir damla kan kalmamıştı. Hala karanlık olduğu için etraftaki kanları net bir şekilde göremiyordum ama o koku vardı ya... O koku geçmiyordu. Koku duyum bir an olsun yorulmuyor ölümün kokusunu al, diyordu. Sen yaptın, onu sen öldürdün.
Sevdiğim insanı öldürmüştüm.
Hiçbir şey hissetmiyordum. Hislerimi kaybetmiş gibiydim. Yıllar önce ailemin öldüğü gün bile böyle hissetmemiştim. Çünkü bu sefer ölümü ben çağırmıştım. Eztli'nin dediği her şeyi yapmıştım. Şimdi kazanmamız lazım değil miydi? Neden her şeyi kaybetmiştim? Diego'nun uyanacağını ve artık tamamen özgür olacağını söylemişti. Bu muydu özgürlük?
Sağ elimin eklemlerine yalvararak hareket ettirdim parmaklarımı. Yıllar önce yapılmış bir heykel gibiydim. Zorla ayırdım parmaklarımı kanlı bıçaktan. Sanki tenime işlenmişti. Hayatım boyunca orada kalacak gibiydi. Beklediğim olmadı, bıçak elimden kayıp zemine düştü. Çıkan sesi işitmedi kulaklarım. Çalışan tek duyu organım, burnumdu.
Yeniden kazandığım elimi yüzünü kaplamış saçlarına dokundurdum. Yüzü o kadar soluktu ki...
''Can?''
Bir ses duydum ama bakmadım bile sahibine. Çünkü duymak istediğim tek ses kucağımdaki bedene ait olandı.
''Can ne oldu böyle?''
Ne olmuştu? Ben ne yapmıştım? Aklımda dolanıp duran sorunun cevabını kim verecekti bana?
''Can!''
Yüksek ses irkilmeme sebep oldu.
''Kalbi atmıyor.'' Saatlerdir çalışmayan ses tellerim canımı acıttı ama konuştum. Aynı cümleyi kurmak en kolayı geldi o an. ''Kalbi atmıyor.''
''Can, bırak. Çekil.'' Bedenimi itti. Bir çuval gibi yere yığıldığımda kalkamadım geri. Hala gelenin kim olduğunu bile kavrayamıyordum. Sadece ses vardı. Gözlerim kapalı mıydı, yoksa gerçekten bu kadar karanlık mıydı? Kör olmuş gibiydim.
''Can, gözlerini aç. Bana bak!'' Sanırım kör olmamıştım. Gerçi ne önemi vardı ki?
Suratıma vurulan küçük tokatları yavaş yavaş hissetmeye başladığımda araladım gözlerimi. İlk karşıma çıkan şafağın geldiğini gösteren gökyüzüydü. Güneş doğacaktı. Kızıl gökyüzü bana sadece kanı hatırlattı.