Kapıya doğru yürürken bir yandan da telefondan Kemal amcanın numarasını bulmaya çalışıyordum. Telefon birkaç kere çaldıktan sonra açıldı.
"Saba'cım, nasılsın?" dedi. Sesi her zamankinden biraz daha cansız geliyordu.
"İyiyim Kemal amca, ben Buğra'yı sormak için aramıştım. Durumu nasıl acaba?" Telefonun diğer ucundan derin bir iç çekiş geldi.
"Kötü," dedi. Kaşlarım çatıldı. Olduğum yerde duraksadım ve derin bir nefes aldım. "Doktorlarlar karaciğerinin iflas etmek üzere olduğunu söylediler. Günden güne daha kötüye gidiyor sanırım."
"Sen neredesin peki?" dedim. Onun gibi ilgili bir adam nasıl günlerdir hiç ziyaretine gelmemişti. "Hastanede misin, bir uğrayayım yanına."
"Ben şu anda Amerika'dayım. Birkaç gün önce bir hastaneyle görüşmek için geldim. Buğra'nın durumunu değerlendiriyorlar şu an. İnşallah onay çıkarsa buraya sevk edilmesini isteyeceğim. O, o yatakta tek başına savaşırken hiçbir şey yapmadan durmak beni çıldırtıyor." Kemal amcanın bir açığını aradığıma inanamadım bir an. Kızararak başımı hafifçe salladım.
"Sana kolay gelsin o zaman Kemal amca. Sonra görüşürüz."
"Görüşürüz kızım, kendine iyi bak."
Telefonu kapatıp bir süre düşündüm. Doktor farklı, hemşire farklı konuşuyordu. Bir de Beliz durumu vardı tabi ki. Onunla görüşsem iyi olacaktı. Neden kavga çıkardığını, onu kimin nereye götürdüğünü merak ediyordum.
Kardeşi bu durumdayken günlerce yok olacak birine benzemiyordu. Defalarca aramama rağmen telefonunu asla açmadı.
Son çare olarak Buğra'nın yurduna gittim. Müdür neyse ki odasındaydı. Beni görünce biraz şaşırmış bir şekilde buyur etti.
"Nasılsınız?" dedim.
"Biliyorsunuz işte, başımızda var bir uğursuzluk. Evladımız için üzülüyoruz bir yandan," dedi. Kafamı sallayarak başımı öne eğdim.
"Bugün sizi doktorun odasından çıkarken de görmüştüm aslında." Oturduğu yerde hafifçe dikleşirken hiçbir mimiğini gözden kaçırmamak için pür dikkat izliyordum.
"Buğra'yı görmek için gitmiştim. Ne yazık ki iyi haberlerine vakıf olamadım. Doktor bey çok kötü konuştu." Herkes aynı şeyi söylüyordu. Belki de hemşire çocukları karıştırmıştı. Yada yanlış biliyordu işte.
"İlk gidişinizdi sanırım?"
"Yok, 3-4 gün önce yine oradaydım," dediğinde bir an duraksadım. Beliz onunla mı tartışmıştı. İyi de neden? Tek kaşımı hafifçe kaldırırken içimde bir şüphe baş kaldırmıştı.
"Ablası," dedim. "Yok ortalarda. Kardeşine çok düşkün bir kızdı. Merak ettim, siz de adresi falan var mı? Ulaşabileceğim bir numara yada. Telefonunu açmıyor çünkü." Nedense gözüme rahatsız olmuş göründü.
"Bende uzun zamandır görmedim," diyerek o can alıcı cümleyi kurduğunda içimde bir şeyler vızıldamaya başladı sanki. "Adresini falan da bilmem. 18 yaşına girip yurttan çıktıktan sonra bir daha görmedim. Hiç gelmedi," dedi. Tam dudaklarım tekrardan aralanmıştı ki birinin içeriye girmesiyle başımı kapıya doğru çevirdim. Özel eğitmenlerden biri gibi görünüyordu.
"Reşat bey, Ali'nin durumu biraz ağırlaştı galiba. Bir gelip baksanız mı? Hastaneye götürmemiz gerekebilir." Reşat bey nemden tarafa dönerek nazik bir şekilde gülümsedi.
"Ben hemen geliyorum." Odadan çıktığı gibi kendimi onun bilgisayarının önünde buldum.
Masaüstünde kayda değer pek bir şeyler gözükmüyordu ama adam da hoşlanmadığım bir şeyler vardı. Hareketleri çok rahatsız, çok üstün körüydü. Ayrıca Beliz gibi bir kızla kavga etmesi için de hiçbir sebebi yoktu.
"Çocuklarım" yazan bir dosyayı belleğime kopyalamaya başladım. Kapladığı alan biraz büyük olduğundan uzun sürecekti. Masaya eğilmiş bir şekilde, bir yandan kapıya bakarken parmaklarımla masanın üzerinde ritim tutuyordum.
Çok geçmeden ayak sesleri kapıya doğru yanaştı. Ekranı hafifçe aşağıya doğru eğerek hemen eski yerime geri döndüm. Yükleme hala devam ediyordu ve bellek bilgisayara takılıydı. Reşat bey içeriye girdi ve hızlı adımlarla koltuğuna yanaştı. Abartı hareketlerle yerine yerleşirken bakışlarını bendem başka bir yere çevirmesin diye çok alakalı olmaya çalışıyordum.
"Neyi varmış?" dedim, elimi çenemin altına koyup masaya doğru yaslanırken. Adam da geriye doğru yaslandı ve tekerlekli sandalyesinde hafifçe sağa sola doğru hareket etti.
"Çocuklar işte," dedi. "Bir tanesi hasta olunca hepsi hasta oluyor. Ateşi çıkmış biraz, revire yatırdık. Akşama varmaz, kendine gelir." O konuşurken içimden geri geri saymaya devam ediyordum. Yükleme bitmek üzereydi.
"Beliz," diye hatırlattım tekrardan. "En azından hangi üniversiteye gittiğini biliyorsunuzdur," dedim. Yüzünde bir anlığına, tek bir anlığına, küçük bir tereddüt kırıntısı vardı.
"Medeniyet üniversitesi diye hatırlıyorum. Emin değilim," dediğinde başımı hafifçe sallayarak onayladım. Yükleme çoktan bitmiş olmalıydı. Hala belleği fark etmediği için çok şanslıydım. Bir yandan da artık konuşacak hiçbir şeyimiz olmadığından gerilmeye başlamıştım.
"Siz..." dedim. "Gerçekten buradaki çocuklar için bir baba gibisiniz. Size çok saygı duyuyorum. Buğra mesela... artık sizin sorumluluğunuz altında olmamasına rağmen hala hastaneye gelip gidiyor, durumunu öğrenmek istiyorsunuz. Buradaki çocuklar size sahip olduğu için çok şanslı." Oturduğu yerde göğsü kabarmaya başlarken yüzünde gururlu bir ifade belirdi. "Şu fotoğrafa bakıyorum da," dedim, elimle arkasında kalan, büyütülmüş fotoğrafı göstererek. Çocuklarla birlikte çekilmiş olduğu bir fotoğraftı. "Gerçekten mesleğini hakkıyla yapan insanlardan birisiniz."
Gülümseyerek o tarafa doğru döndüğünde belleği hızla çektim ve bilgisayardan işlemin sonlandığını belli eden bir ses geldi. Başını kısa bir süreliğine bilgisayara çevirdiğinde ben çoktan belleği almıştım. Tekrardan fotoğrafa doğru baktı."Onlar benim hayatım," dedi. "Onlar benim en büyük servetim." Umarım yanlış kişiden şüphelenmiyorumdur diye düşünmeden edemedim. Aslında şüphelenmek için geçerli bir sebebim de yoktu. Sadece bir şeylerin garip olduğunu düşünüyordum.
Yurdun çıkışına doğru giden koridorda yürürken, tam revirin önünden geçerken o çocuğu gördüm. Beti benzi atmış bir halde bana gülümsedi. Ben de ona gülümseyerek yoluma devam ettim.
Buğra için en azından ablasını bulabilirdim. Otobüs durağına vardığımda internetten Üsküdar üniversitesinin kız yurdunu arattım. İletişim bilgilerinde yazan telefon numarasını aradığımda ilk seferde hat düşmemişti. Tekrardan aradığımda 4. Çalışta telefon açıldı.
"Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?" Ses tiz ve çatallıydı.
"Ben Beliz adında bir öğrencinize ulaşmak istiyordum." Soyadını bilmediğim için duraksadım.
"Ayşe Beliz Özkan mı, Beliz Atay mı?" Bildiğim kadarıyla ikinci bir ismi yoktu. Yine de tam olarak emin değildim.
"Beliz Atay," diye cevapladım yine de.
"Ah, evet. Devlet koruması altında büyümüş gözüküyor, siz kimsiniz acaba?" Makul bir cevap bulmaya çalıştım.
"Birkaç sefer yanımda çalışmıştı," diye salladım. "Şimdi kendisine ulaşamıyorum, merak ettim." Hattın diğer tarafından birkaç tıkırtı geldi. Kadın klavyede bir şeylerle uğraşıyor olmalıydı.
"Birkaç gündür yurtta yok gözüküyor. Mazeret bildirmemiş, sistemde izinli de değil. Bu şekilde devam ederse yurttan çıkışını yapmamız gerekiyor, eğer ifade formu doldurursa da sadece uyarı alır. Lütfen ulaşabilirseniz ona bildirin." Kapatmasından endişelenerek hemen lafa girdim.
"Kaç gündür yurtta değil?" Kısa bir sessizlik oldu. "Tam olarak kaç gündür yok?"
"Bir buçuk haftadır falan."
"Peki, teşekkür ederim," deyip telefonu kapattım. Gelen otobüse binerken endişem git gide artıyordu.
Onun gibi parlak bir öğrencinin yapacağı tarzda hareketler değildi bunlar. Sorumluluk sahibi bir kızdı. Onu kim, nereye götürmüştü? Ve içimden bir ses, Beliz'in nerede olduğunu müdürün bildiğini fısıldıyordu.
Eve gider gitmez, daha montumu çıkarmadan diz üstü bilgisayarımı kaptım ve oturma odasına geçtim. Şarjı olmadığı için ara kabloyu da aramam gerekmişti. Bilgisayarı prize bağladıktan sonra birkaç saniye açılmasını bekledim. Evin içi garip bir şekilde havasız kalmıştı, birazdan kalkıp havalandırmayı açmam gerekecekti.
Bilgisayar açıldığı gibi belleği soktum ve dosyaya girdim. Neyseki yüklenmişti.
Bir sürü fotoğraf bütün ekranı kaplarken nasıl bir duygu yaşamam gerektiğini bilemedim. Tehlikeli hiçbir şey yok gibi görünüyordu. Müdürün bağış gecelerinde ve özel etkinliklerde çocuklarla verdiği pozlardan oluşuyordu. Fotoğrafları hızlı hızlı geçtim. Yaklaşık 2000 tane kadardı. Aşağıdan yukarıya bir kere daha çıktım.
Hiçbir şey bulamamış olmam beni germeli miydi, yoksa rahatlatmalı mıydı? Hiçbir fikrim yoktu. Yukarıdan aşağıya gözlerimle bir kere daha dosyayı tararken, fotoğrafların arasına iliştirilmiş bir word dosyası dikkatimi çekti. Dosyaya girdiğimde beni bir çizelge karşıladı.
İlk başta ne olduğunu anlayamadım. Alfabetik sıraya göre bazı isimler sıralandırılmıştı. Yanlarında ise bir takım sayılar vardı. İlk bakışta hiçbir şey anlayamadım.
Ama sonrasında Buğra'nın ismi dikkatimi çekti. Aynı hiza da, başka bir kutucukta sadece kalp yazıyordu. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Hemen yanındaki diğer kutucukta ise 65.000 yazıyordu. Anlam vermesi çok güçtü.
Diğer dikkatimi çeken isim ise Ali olmuştu. Listenin 2. Sırasındaydı. İsminin hizasındaki kutuda böbrek yazıyordu. Parmağımı üzerine koyarak aynı hizadaki diğer kutuya geçtim. 22.000.
Ali'nin isminin yanında bir tik vardı. Listeyi dikkatle inceledim. Neredeyse yarısı işaretlenmişti. Diğer yarısında ise hiçbir işaret yoktu.
Arkama yaslandım. Derin bir nefes almaya çalıştım. Sakin bir şekilde, mantıklı bir şekilde düşünmeye çalıştım.
Aklıma gelen şeyi kabul etmek çok, çok zordu. İspatlaması daha zordu. Elimde sadece ne olduğu belirsiz bir çizelge vardı. Başımı ellerimin arasına almış ovalarken aklıma gelen görüntüyle duraksadım.
Tam revirin önünden geçerken bana gülümseyen çocuğu anımsadım. Karnını tutuyordu. Gözlerim birden açılırken kendimi iyice zorladım. Dikkatimi çeken bir şey var mıydı? Çocuğun soluk benzi ve karnını tutuyor olması dışında. O an fark ettim. Çocuğun üzerindeki pijamada, elini bastırdığı yerde, hemen elinin altında sarıya dönük bir leke vardı. Herhangi bir leke olabilirdi ama yine de beni huzursuz eden bir şey vardı.