Fazla olgunlaşmış üzümleri eski bir sepetin içinde, çıplak ayaklarımla ezerken bir yandan da, rengi solmuş, açık mavi elbisemin eteklerini tutuyordum.
Ayak bileklerimin bir karış üzerine kadar kırmızı üzümün soluk rengi bulaşmıştı.
Uzaktan onu gördüğümde etraftaki insanların fark etmesinden çekinerek kafamı başka bir tarafa çevirdim ama o doğrudan bana bakıyor, serseri bir şekilde gülüyordu. Utanarak başımı yere eğdim bu sefer. Her bastığımda biraz daha yumuşayan ve kendini salan, ayaklarımın altındaki üzüm peltesine baktım. Kalbim küt küt atarken ve o sadece birazcık uzağımdayken ona bakamamak işkence gibiydi.
Yine de kendime hakim olamadım ve kafamı hafifçe kaldırdım. Ensemden, eski bir bezle bağladığım saçlarımdan kurtulan birkaç tutam yüzüme doğru uçuşurken elimin tersiyle onları alnımdan ittim. Bu hareketin, onu yaramaz bir şekilde güldüren, işveli bir tarafı vardı. Gözlerimi süzerek bir süre ona bakmaya devam ettim. Güneşin ışıkları altın hüzmeler halinde üzerimize yağarken bakışları hafifçe kısılmıştı.
Sürdüğü el arabasına bir sepetin daha boşaltıldığını göz ucuyla gördüm. Şimdi salına salına bizden tarafa doğru yanaşıyordu. Başımı omzumun üzerinden hafifçe ona doğru çevirdim, yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken.
Özellikle yanımdan geçerek arabayı muşambanın üzerine boşaltmak için arkamıza doğru dolandı. Boş arabayla tekrar yanımdan geçip giderken gömleğinin hafif nemli sırtına yapıştığını görebiliyordum. Asmalara doğru ilerledi ve gözden kayboldu.
Henüz birkaç dakika geçmişti ki uzaklardan bir ıslık sesi duydum. Panikle etrafıma bakındığımda kadınlardan hiçbiri fark etmiş görünmüyor, ayaklarının altındaki üzümleri ezmeye devam ediyorlardı. Hakkını vermek gerekiyordu; daha önce bizzat onu ıslık çalarken görmemiş olsaydım bende bu sesin bir kuştan çıktığını sanardım.
Sepetin hemen yanında duran mataraya doğru eğildim ve tek ayağımı dışarıya doğru tutup su döktüm. Temiz ayağımı, yarısı sepetin altında kalan eski, yamalı bezin üzerine koyup diğerini de durularken kimseden ses çıkmıyordu. Bugün hava öyle sıcaktı ki kimsenin konuşacak mecali dahi yoktu.
Eski örtünün üzerinde ayaklarımı biraz kuruladıktan sonra ayakkabılarımı giyip, sepetin yanında duran bir diğer matarayı aldım ve bağlara doğru ilerlemeye başladım.
Normalde bu su koyduğumuz mataralardan biri olduğu için kimse fark etmemişti ama içinde, ilk defa her aşamasında yer aldığım şaraptan vardı. Benim topladığım, ayıkladığım ve mayaladığım üzümlerden yapılmıştı. Çok keskin ve başarılı değildi çünkü bir sonraki aşama için fıçılarla kamyonlara yüklenmişti ama ben en azından şimdiki haliyle ona tattırmak istiyordum.
Bağların arasına girdim ve iri yaprakların beni saklamasına izin verdim. Önüme doğru bir tane üzüm yuvarlanıp sağ ayağımın ucuna çarparak durduğunda gülümseyerek o tarafa baktım. Kendince benimle oyun oynuyor, eğlence arıyordu. Arkama baka baka oraya ilerlemeye devam ettim. Kolumdan tutularak bir asmanın altına çekildiğimde panikleyerek kendimi toparladım.
"Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım hiddetli bir şekilde. "Daha insanlar öğlen arasına çıkmadı, ya biri görse?" Ellerini ceplerine sokmuş bir halde omuzlarını yukarı aşağı oynattı.
"Görsünler," dedi umursamaz bir şekilde. "Sanki kötü bir şey mi yapıyoruz?" Ben yine de etrafıma bakınmaya devam ettim. "Seni seviyorum diye kurşuna mı dizecekler beni?" dediği şeyle hafifçe gülümsedim ve omuzlarımın gevşemesine izin verdim.