Ayaklarım toprak yolda geri geri giderken göğsümde hıçkırıklar kabarıyordu. Böyle bir şeyin olmuş olmasına ihtimal vermiyordum.
Ama o, dış cephesi dökülmeye başlamış, kırık tuğlaların ilk bakışta göründüğü evin önüne geldiğimde kendimi çok güçsüz hissediyordum.
Yavaşça bahçe kapısından içeri girdim. Ahşap kapıya doğru yaklaştıkça içeriden ağıt ve ağlama sesleri daha güçlü bir şekilde kulaklarımı tırmalıyordu. Tanıdığım bir insanın artık yaşamıyor oluşu tamamen bir şakaymış gibiydi. Kapının önüne geldiğimde irkilerek duraksadım. Ayakkabılarını hemen kapının önüne koymuşlardı.
Arkasına basılmış, kahverengi, yanları dökülmeye başlamış, genişçe bir kunduraydı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken ayakkabıların yanına doğru çöktüm. Elbisemin etekleri şimdi yerlere değiyordu. Çenemden bir damla yaş kucağıma damladığında, cebimde hafifçe ezilmiş olan bir zambağı çıkarttım ve zarar vermekten çekinerek ayakkabının içine yerleştirdim.
İçeriye girmek istemiyordum, içimden gelmiyordu. Kalktım ve olduğum yerde geri döndüğümde onu gördüm. Hemen oradaydı. Bahçe kapısının yanında duran eski bir minder de oturmuş, çenesini kendisine doğru çektiği dizlerine yaslamış ve kollarını bacaklarının etrafında kendine dolamıştı. Küçücük görünüyordu, kırgın ve savunmasız. Çenesinin üzerinde duran yüzü solgundu, gözleri ışıltılı yıldızlar gibi parlayarak bakmıyordu. Yine de bakışlarını bir an gözlerimden çekmeden bakmaya devam etti.
Hiçbir şey demeden bahçe kapısına doğru ilerledim, onu yalnız bırakmanın en iyisi olacağını düşünerek ama yapamadım. Kendimi onun yanına bırakıp eteklerimi düzeltirken hiçbir şey demeden, kapıdan çıkanları izlemeye devam ediyordu.
Bir süre sonra sesini duymamla, beklentiyle ondan tarafa döndüm.
"Bana küs değil miydin?" Birkaç gün önceki tartışmamızı hatırladım. Büyük şehirden mektup geldiği gündü.
O güne kadar her şey hoş bir masaldan ibaret gibiydi ama ne zamanki mühürlü mektubu gördüm, duygularım karman çorman oldu. Kabul edilmişti, tıp eğitimi için büyük şehre çağrılıyordu. Kendini kurtaracağı için seviniyor ve beni arkasında bırakacağı için deli gibi üzülüyordum. Kırgınlıkla söylenmiş birkaç saçma sapan sözdü işte.
"Küstüm," diye fısıldadım hafifçe. "Ama birimizden biri ağlarsa dargınlık bozulur. Ve ağlayan kişiye sarılmak gerekir." Hafifçe ona doğru yanaştım ve başımı omzuna koydum. Omuzları o kadar aşağıda duruyordu ki onu böyle aciz görmek içimi ürpertti.
"Babamın öldüğüne inanamıyorum." Sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi. "Bizi nasıl bırakıp gider? Kötü bir kabusun içinde gibiyim. Daha dün siyah şapkasını bulamadığı için evin içinde söylenip duruyordu. Nasıl oldu?" Verecek bir cevabım yoktu. "Bir an her lafa bir cevabı olan, yüzüne bakan ve gülümseyen bir adamdı ama şimdi yok. İçeride yatıyor. Karnının üzerine bir bıçak koymuşlar. Annem çenesinin altından bir tülbent geçirip kafasının tepesinden sıkıca bağlamış. Bedeni soğuyup taş kesilirken elinden geldiğince müdehale etmeye çalışıyor."
"Babanla ilgili geriye dönüp baktığında kötü hatırladığın hiçbir şey yok," diye fısıldadım. "Onu daima sevgiyle anacak ve saygıyla yaşatacaksın. Bir insan ciğerleri söndüğünde, kalbi son kez attığında değil, unutulunca ölür. Onu sonsuza dek yaşatalım. Biz yaşadıkça bizimle kalmaya devam etsin. Ağaçları bizim gözümüzden görsün, şarkıları bizim kulağımızdan dinlesin. Erik hoşafını bizimle birlikte koklayıp gevrek gevrek gülsün." Yüzünde belli belirsiz, dalgın bir gülümseme belirdi. Çok uzaklarda kalmış, hafifçe göz kırpan, güzel bir anıyı hatırlamış gibiydi.
"Erik hoşafına bayılır." Derin bir nefes aldı. "Son günlerde o kadar mutluydu ki... mahalle kahvesindekileri bezdirdiği yetmiyormuş gibi önüne gelene, yolda yanından geçene oğlum hekim olacak diyordu. Büyük şehre gidecek. Mektup göndermişler, üzerinde cumhuriyet mührü var. Dönünce de artık hayırlısıyla kurar yuvasını." Gülümsedim. Benim ailemle ilgili hatırlayabileceğim ve bu ses tonuyla anlatabileceğim herhangi bir anım yoktu.
"Baban hala mutlu," diye fısıldadım. "Ölüler mutsuz olur diye bir kaide yok." Başını iki yana salladı. Sanki çok içmişti de bir türlü ayılamıyordu. "Oğluyla hala gurur duyuyor."
"Boşuna duymasın," dedi. "Gidemem." Gözlerim kocaman açılmıştı. "Annemi bir başına bırakıp gidemem. Benden başka kimsesi yok. Onu da toprağından koparıp götüremem; narin bir gül gibidir, kökü olmadan sararıp solar." İstediğim bu değildi. Kesinlikle değildi. Yanımda kalmasını istemiştim ama bedelinin bu olacağını nereden bilebilirdim. "Hayat çok garip." Sesi git gide daha beter bir hal alıyordu. "Ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor. Birkaç gün önce gideceğim için tartışıyorduk, şimdi ise sonsuza dek bu köye mıhlandım." Yüzü bana döndü. "Sen de olmasan tutunacak dalım yok."
"Her zaman yanında olacağım ama olur da-"
"Olmasın." Kaşları kıvrımlı bir hal aldı. Yavaşça elimi kaldırıp yüzüne dokundum ve ifadesini biraz gevşetmeyi denedim.
"Ama olurda ayrı düşersek... önce ben gidersem..."
"Nerede olursan ol, bulurum seni. Benden gidebileceğin en uzak yer," dedi işaret parmağıyla şakağına dürterken. "Buradan burası." Bu sefer işaret parmağını kalbinin olduğu yere bastırdı. Onda gidebileceğim en uzak yer aklı ve kalbi arasındaki yerdi. Gülümsedim.
"Yaradan beni senden çok yaşatsın," diye fısıldadım. Yüzü ellerimin arasında, dolu gözlerle bana bakıyordu. "Yaşatsın ki bir daha, tek bir kere daha canın böyle acımasın. Varsın ben kahrolayım, yokluğunda ben yanayım, parça parça olayım. Senin acını çekmeye de, yasını tutmaya da hazırın ama sen... senin benimle ilgili son hatırladığın anı soğuk bedenim, feri sönmüş gözlerim olmasın. Zaten ben çok dayanamam sensizliğe, en uzun ayrılığımız iki günü geçmedi nasılsa ama sen... olur da sen dayanamazsan çok kızarım sana. Aptal mısın, bir insan hiç bu kadar sevilir mi, diye çok kızarım."
-Bölüm Sonu-
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere arkadaşlar. Yorumlarınızı bekliyorum. Hoşça kalın 💜💜