Yatağımın üzerinde, sırtımı yatak başlığına dayamış bir şekilde uzanıyordum. Fotoğrafı ilk gördüğüm andan itibaren elimden bırakamıyordum. Durmadan kendimi bu fotoğrafa bakarken buluyor, arkasında yazanları tekrar tekrar okuyordum.
Onun yazısı mıydı?
Bana mı yazmıştı?
Hem de bu sözleri...
Dalga geçerken söylemesi kolaydı ama şimdi gerçekten bir zamanlar onun beni seviyor olması ve benim de onu seviyor olmam çok garip hissettiriyordu. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum.
Peki bizi bu hayatta da bir araya getiren neydi? Sadece birbirimizi seviyor olmamız değildi herhalde. Bir şeyler olmuş olmalıydı. Bu hayatta birbirimizle cezalandırılıyor olmamızın ve birbirimize muhtaç kalmamızın bir sebebi olmalıydı. Sürekli bizi bir araya getiren bir sebep...O gün ne kadar mutluydun, hatırladın mı?
Ne güzel gülüyordun?
Yok, dedim. Ömrümde böyle manzara görmedim, göremem de.
Ne güzel gülüyordun?
Gözlerime bakıyordun.
Seni seviyorum, dedin.
Ben hiç böyle güzel ölmedim.
Senin baktığın yerde, dünyanın en güzel yerindeydim.Bir zamanlarda olsa beni bu kadar seven birinin olduğuna inanmak çok güçtü. Şiir okumayı severdim ama hiçbiri üzerimde böyle bir etki bırakmamıştı. Sonuçta hepsi birer kelimeler bütünüydü ama bunu her okuduğumda bir öncekinden daha farklı hissediyordum kendimi.
Tekrardan fotoğrafın ön yüzünü çevirdim. Bu fotoğrafta hala yaşıyordu, hala insandı. Yaşayacağı her şeyden habersizce gülüyordu. Acaba bu fotoğraf çekildikten ne kadar sonra ölmüştük?
İşaret parmağım fotoğrafı tam ortadan ikiye bölen kat izinde gezinirken tam olarak bunu düşünüyordum. Önce hangimiz ölmüştü?
Fotoğrafı tam izin üzerinden katladığımda birbirimizden tamamen ayrılıyorduk. İz tam omuzlarımızın birbirine değmek üzere olduğu noktada uzanıyordu.
Fotoğrafın hemen sağ alt köşesinde yazan tarihe bakarken hala böyle bir fotoğrafım olduğuna inanamıyordum. O kadar imkansız geliyordu ki; böyle bir tarihte yaşamam, yan yana durmamız, birlikte gülüyor olmamız.
-07.05.36
Seksen küsür yıl öncesiydi.
Fotoğraftaki kat izini düzeltmeye çalışırken bunu kimin yaptığını düşünüyordum. Hızla kat izinin üzerini ovalarken birden elim kaydı ve fotoğrafın kenarı parmağımı çizip attı.
Panikle parmağımı ağzıma götürürken fotoğrafı anında yastığımın altına sokuşturmuştum bile. Ağzıma yayılan kan tadıyla hemen önümü döndüm. Zaten onu görmeden önce varlığını hisseder olmuştum.
"Neydi o?" dedi hiç vakit kaybetmeden. Omuzlarımı yukarı aşağı hareket ettirirken hiçbir şey anlamamış gibi görünmeye çalıştım.
"Ne?"
"Arkana saklamaya çalıştığın şey neydi?" Şaşkınlıkla ağzımdan küçük bir 'hah' sesi çıkardım. Olabildiğince ikna edici görünmeye çalışıyordum.
Birden yüzüne dalıp gittiğini fark etmedim. O an tek düşündüğüm şey ne yapmaya çalıştığıydı.
Neden beni tanımıyormuş gibi yapıyordu.
Bu zarfı emanetçiye onun teslim ettiğini artık biliyordum. Bu fotoğraftan onun da haberi var mıydı yoksa?
"Yastığımı düzeltiyordum sadece," dediğimde hiçbir şey söylemeden, yatakta karşıma oturdu ve bileğimden çekerek elime baktı. Parmağım artık kanamıyordu ama ince bir çizik kalmıştı.
"Bu nasıl oldu o zaman?" Hızla elimi ondan çektim. Ters ters suratına bakmama hiçbir tepki vermedi. Elini arkama doğru uzattığında hızla onu ittim.
"Her şeyin hesabını sana verecek değilim. Sanki sen attığın adımı bana bildiriyorsun da." Ani çıkışım onu biraz şaşırtmış göründüyse de üstelemedi. Sadece gözleri yüzümde gezinmeye devam etti.
Artık ona eskisi kadar kayıtsız kalamıyordum. Hoş eskiden de ne kadar kayıtsız kaldığım tartışılırdı. Ama şimdi biraz daha farklıydı... Ona baktığımda karşımda sadece kalpsiz bir Rehber göremiyordum. O artık, sadece uğruna bedel ödemek zorunda olduğum biri değildi.
Yüzüne öylece, dakikalarca bakabilirdim. Ta ki elini yüzümün önünde sallamaya başlayana kadar bunu yaptım da. Sırtımı yastığıma doğru yaslayarak ondan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Aramızda güvenilir bir mesafe bırakmaya çalışıyordum.
"Sende bu aralar bir haller var," dedi sadece. "Neden bana öyle bakıp duruyorsun?" Aramızda rahatsız edici bir sessizlik oluştu.
"Nasıl bakıyormuşum?" dedim. Onun karşısında rol yapmak çok zordu. Özellikle o, gözbebeğimden bütün sırlarımı okuyormuş gibi bakarken. Kendimi yine, birkaç saniyeliğine ona bakarken bulduğumda beni yakalamış gibi işaret parmağını bana doğru uzattı.
"Böyle," dedi. "Ne demek oluyor bu? Neden böyle bakıyorsun?" Daha ne yaptığımı anlayamadan ellerimi ona doğru uzatmış buldum kendimi. Parmaklarımı dudaklarının iki yanından bastırarak iki yana doğru germeye çalıştım. Ne yaptığımı anlayamayarak hareketlerimi takip ediyordu.
"Gülümse," dedim. "Bir kere bana bakarak gülümser misin?" Ellerimi iterek kafasını geriye doğru çekti.
"Denerim," dedi sadece. "Ama sana bakarken gülümsemek çok zor. Sen de canımı yakan, beni huzursuz eden bir şey var. Bana bak, ne kadar düşünürsen düşün, biz dost falan olamayız. Biz sadece birbirlerine mecbur bırakılmış iki zavallıyız. Bunu aklından sakın çıkartma, olur mu? Şimdi ben geri dönüyorum, tam da bir ruhu çözmek üzereydim. Bağlarından iki tanesini henüz çözmedim, şu an acı çekiyor olmalı." Başımı hafifçe salladım ama tekrardan bir şeyler söylemek için ondan tarafa döndüğümde orada değildi.
Bütün gece son derece huzursuzdum. İçimde çok garip, anlam veremediğim bir his vardı. Sabah erkenden hastaneye gitmek için evden çıktım. Camın diğer tarafında Buğra'yı görmek beni bir kez daha işe yaramaz ve suçlu hissettirmişti. Normal görünüyordu, uyuyor gibi görünüyordu ama değildi işte. Canı acıyor olmalıydı. Durumu hakkında ufacık da olsa bir şeyler öğrenebilmek adına doktorun yanına gittim. İçeriden tam o esnada Buğra'nın eskiden kaldığı yetimhanenin müdürü çıkıyordu. Birbirimize birkaç bağış gecesi ve etkinlikten aşina olduğumuzdan kafamla hafifçe selam verdim. O da aynı nezaketle karşılık verip yoluna devam etti. Acelesi var gibi görünüyordu. Doktor beni güleryüzle buyur etti.
"Bünyesi çok zayıf," diyordu. "Çok dayanacak gibi görünmüyor. Organları iflas etmek üzere." Söylediği her bir cümle beynimde çınlayarak kendimi dışarıya atmıştım. Duvardan destek alarak bir süre kendime gelmeye çalıştım ama olmuyordu.
Hemşirelerin evrak işlerini gördükleri yere kadar, ayaklarımı sürüye sürüye zar zor gelebilmiştim. Beni gören hemşirelerden biri durumumu anlamış bir şekilde yanıma yanaştı.
"Hanımefendi, iyi misiniz?" Başımı iki yana salladım. Kendimi her an ağlamaya başlayacak gibi hissediyordum. "Siz Buğra'yı görmeye gelmemiş miydiniz? Bu haliniz ne?" Dolu gözlerimle başımı yerden kaldırdım.
"Ölecek," diye fısıldadım. "Benim yüzümden." Kadın anlam veremeyerek yüzümü inceledi. Hemen sonrasında yüzünde mesafeli bir gülümseme belirmişti.
"Neden ölsün, hanımefendi. Durumu şu an stabil, çok dirençli bir çocuk." Başımı aniden ondan tarafa çevirdim. "En yakın zamanda toparlanacaktır inşallah. Siz neden umutsuzluğa kapılıyorsunuz?" Kolumu kadından kurtararak bir adım geri çekilmeye çalıştım.
"Nasıl yani?" dedim. "İç organları iflas etmek üzere değil mi?" Kadın dediğim hiçbir şeyi anlamıyormuş gibi görünüyordu.
"Hayır, durumu şu an stabil. Allah'ın izniyle en kısa sürede iyileşecek." Kaşlarımı çatarak ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Belki de Kemal amcayla konuşmalıydım.
"Kemal bey buralarda mı?""Günlerdir hiç kimse uğramadı. En son 3-4 gün önce gençten bir kız geldi. Ablasıymış galiba. Bir tartışma yaşandı orada. Göbekli, bıyıklı bir adama bağırıp çağırdı. Kızı apar topar alıp götürdüler. Sonra da kimse gelmedi." Duyduklarım beni iyiden iyiye huzursuz ederken hafifçe kafamı salladım ve kadından uzaklaştım.