29.08.39
Günler su gibi akıp geçiyor, karnım her geçen gün biraz daha şişiyordu.
Yatakta uzanmış bir şekilde dilimle sallanan azı dişimi dürtüp duruyordum. Elimde kenarları gümüş işlemeli bir çerçeve vardı, uzun uzun ona bakıyordum. Bana geçmiş hayatımı, çocukluğumu, gerçekten nefes aldığım zamanları hatırlatan, o zamanlara ait tek anım bu fotoğraftı. Fotoğrafta ellerimi önümde birleştirmiş, biraz mahcup, biraz da utanmış bir şekilde gülümsüyordum.
Fotoğrafta sadece ben vardım. Fotoğraf tam omzumun hizasında keskin bir şekilde bitiyordu ama ben fotoğrafın geri kalanında ne olduğunu zaten biliyordum.
Bunu anımsamak beni beklemediğim bir şekilde gülümsetti.
Gözümden bir damla yaş çerçevenin üzerine damladığında kendime gelerek oturduğum yerde dikleştim ve çerçeveyi özenli bir şekilde, baş ucumda duran çekmecenin üzerine yerleştirdim.
Yataktan kalkıp derin bir nefes aldım ve aşağıya inmek için bir süre düşünmem gerekti. O insanların yüzünü hiç ama hiç görmek istemiyordum.
Mutfağa gitmek için merdivenlere yöneldim. Tam aşağıya inmeme birkaç basamak kalmıştı ki zilin çalmasıyla kafamı kapıya doğru çevirdim.
"Ben bakarım," diye seslendim içeriye doğru. Kalan birkaç basamağı hızla inerek kapıya doğru ilerledim. Kapıyı araladığımda karşımda beklediğim gibi İbrahim vardı. İçeriye doğru yeltendiğinde omzumun arkasında kalan onu gördüm. Kalbim bir an delirdi sandım. Dilim sanki püre gibi ağzımın içine doluyordu da ben bir türlü hareket ettirip de bir şeyler söyleyemiyordum. Derin bir nefes çektiğimde göğsüm özlemle kabardı. İbrahim üzerinden çıkarttığı paltosunu bana doğru uzattığında bir ona, birde kapının önünde bekleyen çocukluk aşkıma baktım. En sonunda paltoyu alırken, İbrahim'in çok da alışık olmadığı bir tavır takınarak hafifçe gülümsedim. "Hoşgeldin," dedim. İbrahim bir an şaşırmış göründü.
"Hoş buldum," dedi ama yüzünde Halime anlam veremeyen bir ifade vardı. Yanımdan geçip gittiğinde gözlerim tekrardan onu buldu. Kaşlarımı kaldırarak ona baktım.
Bir an düşünmeden edemedim. Bu kapıyı açtığımda karşımda doğrudan onu görebilir, onun paltosunu çıkartabilir ve ona sarılabilirdim. O da saçlarımı okşar, alnımdan öper ve uzun uzun suratıma bakardı. Bütün gün olup bitenleri anlatırdım ona, coşkuyla. Daha elma kadar bile olmayan çocuğumuzdan bahsederdim, heyecanlı heyecanlı.
Kendime gelerek güçlü bir şekilde durmaya çalıştım. Onun yüzünde yakaladığım ifadeden anladığım kadarıyla o da aşağı yukarı benimle aynı şey düşünüyordu. Bana yakalandığını fark edince bir an mahcup göründü.
"Senin burada ne işin var?" dedim fısıltıyla.
"Çalışmaya geldim," dedi o da omuzlarını dikleştirerek. Bakışlarım kısılarak, elim kapı kolunda, öylece kalakaldım. "Artık burada çalışacağım, bahçede." Yutkundum. Varlığı en büyük cezamdı, tehlikeliydi. Sürekli onu görmek bana yaramazdı.
"Sen..." dedim. "Sen delirmişsin." Bakışları çakmak çakmaktı. "Gerçekten," diye fısıldadım. Başını hafifçe yana yatırarak bana doğru bakmaya devam etti.
"Hiç kolay olmadı," dedi. "Delirmenin bu kadar zor olduğunu kim bilebilirdi ki?"
"Git buradan," dedim. "Kendine neden yapıyorsun bunu? Neden kendini cezalandırıyorsun?" Omuzlarını hafifçe kaldırıp indirdi.