22. Bölüm ♦ III. Kısım

201 28 9
                                    

"Seni öyle uzun süre bekledim ki, bilemezsin." Bana doğru uzandı ve bileğimden tutarak masanın diğer tarafındaki, hemen karşısında kalan sandalyeye oturttu. "Otur lütfen, ayakta kalma."
"Ben gelmedim, sen beni çağırdın," dedim dik dik ona bakarak. Dudaklarını bükerek anımsayamamış gibi bana baktı.
"Öyle mi yapmışım?"
"Bana mektup gönderdin ya." Kafasını iki yana sallayarak arkasına doğru yaslandı.
"Çok garip," dedi kuşkuyla. Katlı bir şekilde çantama koyduğum zarfı bulmak için çantamı açtım. Zarfın içinden kağıdı çıkardım ve ona doğru tuttum.
"Bunu sen göndermedin mi?"
"Bu sadece boş bir kağıt." Kağıdı hızla kendime çevirdiğimde gerçekten de kağıtta hiçbir şey yazmadığını görerek dehşete düştüm. Bir ona bir kağıda baktım. Sonra tekrar ona.
"Gördün mü?" Dedi. Yüzünde eğlendiğini gösteren bir ifade vardı. "Topluca, hepiniz, çok eğleniyor olmalısınız."
"Hayır, sadece artık burada olman çok hoşuma gidiyor. Evet, sana boş bir kağıt gönderdim ama buraya gelmeye hazır olmasaydın o yazıyı asla göremeyecektin. O kağıt, senin için sadece boş bir kağıt olacaktı. O yüzden ben seni çağırmadım, sen kendin geldin." Sadece biraz sabıra ihtiyacım vardı. Çok az.
"Kendi bildiğiniz şekilde beni yönlendirmeyi bırakın artık. Hiç hoş değil," dedim. Gözüme biraz mahcup göründü. "Senin Şamanlık yaptığını sanıyordum," dedim. Artık her bir detay beni kuşkuya düşürüyordu. Her şeye karşı eskiden olduğundan daha bir şüpheyle yanaşıyordum.
"Bu sadece insanların kulaktan yayma edindiği bir bilgi. Buraya sık sık senin gibi insanlar gelir. Bende o insanlara, geçmişlerine uzanan yolda bir basamak olurum. Onlara yardım etmeye çalışırım. Tabi buraya hep senin gibi insanlar geldiğinden, bu sefer çevredeki insanlar benim bir şaman olduğuma inanmaya başladılar. Sanırım yaptıklarımdan dolayı zaten öyleyim." Komik bir şey söylemiş gibi güldü. "Anlayacağın, burada insanlar benden biraz çekinir. Kim yüzüne bakılınca bütün hayatı anlaşılsın ister ki? Günahlar, hatalar ve herkesten gizledikleri arzularıyla dolu olan hayatlarının neden açığa çıkmasını istesinler?"
"Gerçekten..." dedim. "İnsanların yüzlerine bakınca bunu okuyabiliyor musun?" Gülümsedi. Gülümsedi ama hiçbir cevap vermedi.
"Sanırım Hakikat'te beni bulman daha kolay olsun diye sana böyle söyledi. Beni emanetçi değil de Şaman diye sorsaydın buradaki çoğu kişi bilir ve sana garip garip bakarlardı. Aslında esnafla aram iyidir ama yine de kimseyle çok yakın olmayı sevmem." Söylediklerinde mantıklı bir şey bulmaya çalıştım.
"Neden buraya yerleştin?" dedim. "Günahlar, hatalar ve kirli arzularla dolu insanların dünyalarına neden geldin? Neden buradasın?" Kahvesinden bir yudum aldı.
"Çünkü size yardım etmek istedim. Birinin size yardım etmesi gerekiyor, değil mi?" Başımı belli belirsiz salladım. "Ah, tekrardan karşılaştığımız için çok mutlu oldum ama sana bir şey ikram etmeyi bile unuttum. Kahveye ne dersin? Ben Türk kahvesini sade severim." Sanki tanıdık bir yerde olduğum hissine kapılarak oturduğum yerde biraz gevşedim.
"Hiçbir şey istemiyorum," dedim. "Neden çağırdın beni? Ne emanetinden bahsediyorsun." Elimi ona doğru uzatarak dur işareti yaptım. "Şimdiden peşin peşin uyarayım. Ayakta duracak halim yok. O yüzden dolandırmadan söyle."
"Bekle beni burada," dedi ve hemen arkasında kalan kapıdan içeriye girdi.
Kapının aralığından gördüğüm kadarıyla duvarları boydan boya kaplayan, küçük küçük gözlü, ahşap dolaplardan oluşan bir odaydı. Dolapların üzerindeki sayıların üzerinde parmağını gezdirerek bir tanesinde durdu ve bir anahtar çıkartıp dolabı açtı. Elinde bir zarfla geri döndüğünde sessizce onu izliyordum.
Zarfı masanın üzerine koydu ve eliyle bana doğru ittirdi.
Bazı anlar vardır demiştim bir keresinde. Daha bir şey olmadan olacağını bilirsin. Sanki her şey seni o ana hazırlar.
Öyle bir andaydım. Önümde duran sadece dikdörtgen bir zarftı ama ben göreceğim şeyden daha şimdiden korkuyordum. Titreyen parmaklarımla zarfa doğru uzandım. Saman rengi, eski, çok eski bir zarftı.
Yırtmadım, herhangi bir zarar vermedim. Yavaşça araladık ağzını. İçinde bir anahtar vardı. Küçük, sap kısmı kalp şeklinde bükülen, sararmaya başlamış bir demirden, garip bir anahtardı. Tam zarfı bırakacaktım ki içinde bir şey daha olduğunu fark ettim. İçinde bir... ilk başta anlayamadım. Bir fotoğraf vardı sanki. Yavaşça çıkardım içinden.
Çok güzel bir el yazısı vardı. Mavi mürekkepten yazılmıştı. O an, sanki bu el yazısını daha önce binlerce defa görmüşüm gibi hissettim.

O gün ne kadar mutluydun, hatırladın mı?
Ne güzel gülüyordun?
Yok, dedim. Ömrümde böyle manzara görmedim, göremem de.
Ne güzel gülüyordun?
Gözlerime bakıyordun.
Seni seviyorum, dedin.
Ben hiç böyle güzel ölmedim.
Senin baktığın yerde, dünyanın en güzel yerindeydim.

Zar zor yutkundum. Gözümden bir damla yaş yazının üzerine düştü. Daha öncede bir damla yaş düşmüş ve mürekkebi hafifçe dağıtmış bir nokta vardı. İşte oranın hemen yanı başına. Bir anlam veremedim bu tepkime. Elimin tersiyle hemen sildim yanağımı. Fotoğraf elimde titrerken oturduğum yerde dikleşmeye çalıştım. Arkasını çevirdiğimde ne göreceğimi kestiremiyordum.
Yutkundum. Sadece birkaç saniyeden ibaret koca bir asır gibiydi içinde bulunduğum an. Bir gün bütün cesaretimi böyle basit bir eylem için toplayacağımı hiç düşünmemiştim.
Fotoğrafın diğer tarafını çevirdim. Sanki boğazıma kocaman bir lokma takılmış gibi birkaç saniyeliğine nefessiz kaldığımı, ciğerlerime derin bir nefes çekince anladım.
Sararmaya başlamış eski bir fotoğraf karesiydi bu. Yanları artık eskimeye başlamıştı. Ben vardım, o vardı içinde. Gülüyorduk, gülüyordu. Çok güzel gülüyordu. Çok güzeldi. Biz... biz yan yanaydık. Çok güzeldik.
Ben sağ elimle sol bileğimi tutmuş, ellerimi önde birleştirmiştim. Başımı her an yere eğecekmiş gibi utanmış görünüyordum. Saçlarım arkaya doğru taranmış, üzerimde çok güzel, dizimin bir karış kadar aşağısında biten bir elbise vardı. Siyah bantlı ayakkabılardan giydiğim beyaz çorap görünüyordu. Bilek kısmında küçük bir dantel işlemesi vardı.
Küçüktüm, çok küçüktüm.
O yanımda, bütün güzelliğiyle gülümsüyordu. Dişleri görünüyordu. Dümdüz, inci gibiydiler. Üzerinde kahverengi, keten bir pantolon, beyaz bir gömlek ve pantolonuyla aynı renk bir yelek vardı. Ceketini elinde tutuyordu. Saçları rüzgardan hafifçe dağılmış gibi gözükse de son derece tertipliydi.
Omuzlarımız neredeyse birbirlerine değmek üzereydi ama değmiyordu, asla da değmeyecekti. O an, ikimizin de hatırlamadığı o an sadece bu fotoğrafın içinde kalacaktı.
Arkamızda, ters "U" şeklinde, kocaman yazılarla Panayır Hatırası yazıyordu.
Burnumu çektim, kendime gelmeye çalıştım. Sadece bir fotoğraftı. Olabilirdi. Eskiden, hatırlayamadığım kadar çok eskiden, ölümün unutturduğu kadar çok eski bir zamandan onunla bir tanışıklılığım olabilirdi. Yollarımız oralarda bir yerlerde kesişmiş olabilirdi.
Söylediğime kendim bile inanmadım.
Bu sabah kalktığımda elimde hiçbir şeyim yoktu. Hiçbir şey.
Şimdi ise ne işe yaradığını bilmediğim bir ilaç, bir anahtar ve de yıllar öncesinden kalma bir fotoğraf... ellerimin içindeydi. Bütün hayatımı değiştirecek, bütün bildiklerimi yıkacak ve inandıklarımı tekrardan inşa edecek her şeye sahiptim. Bunu o an bilmiyordum.

Geçmişten GelenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin