'Uyuşmuş, sersemlemiş beynim, duyduklarımı özümsemekten uzaktı. Uzak bir düş ülkesinde, gökyüzünün derinliklerine doğru, sonsuz bir boşluğun koynuna kulaç atıyordum sanki.'
Yeni başladığım kitabı komidinin üzerine bırakıp ayağa kalkmak için zorladım kendimi. Banyonun kapısını açıp içeri girdim. Kapıyı yavaşça kapatıp aynı şekilde kapıyı kilitledim. Kapıyı kilitleyip buradan asla çıkmamayı isterdim. Aynanın karşısına geçip dümdüz kendime baktım. Eskisinden oldukça farklı görünüyordum. Eskiden olmayan çizikler yerleşmişti yüzüme. Gözlerim çökmüş ifadesinden hiçte uzak değildi.
Evin bahçesine ilk girdiğimde kapının önüne oturmuş, siyah hırkasına sımsıkı sarılmış, ağlamaktan gözleri çukurlaşmış annemle karşılaşmıştım. Koşarak bana doğru gelmiş ve sımsıkı sarılıp, öpmeye başlamıştı beni. Hiç bırakmayacakmış gibi sarıldı bana. Benden zar zor ayrılınca annemin üç, dört adım gerisinde duran babamı fark ettim. Onunda annemden hiçbir farkı yoktu. Sarılmadan önce karşımda durup yüzüme baktı. Bir müddet inanamadı sanırsam... Yüzümün her bir karesini ezberler gibi baktı. Daha önce onun ağladığını görmemiştim... Sonra sımsıkı sarıldı. Kaç kere öptü beni, kaç kere tekrar tekrar sarıldı bilmiyorum. Ben abimi arayınca o demiş siz gelmeyin diye. İlk başta karşı çıksalar da sonradan kabul etmişler. İçeri girdiğimde Alex, Aida, Bowie ve Mark'ın ailesi vardı. Tekli koltuğa oturmuş Micheal dikattimi çekti. Gidip öldüresiye dövesim vardı onu. Alex yanıma hızla gelip sarılmıştı. Onunda ağladığı çok belliydi. Aida ise koyu yeşil gözlerinin altında oluşan çukurluklarla kötü görünüyordu. Zaten aradığımda neden öyle bir tepki verdiğini anlayamamıştım. Aynı şekilde Mark'lada sarıldım.
Micheal'a gelince... Bana sarılmak için hamle yapınca arkamı dönüp mutfağa gittim. Hah! birde ona sarılacağımı falan mı düşünüyordu acaba? Dolaptan bardak alıp su içtim. Kendimi aşırı derecede yorgun hissediyordum. İçeri girip odama çıkmak için izin alıp yukarı çıktım.
Arkamdan Aida gelmişti. İyi olup olmadığımı sorup, gideceklerini haber verip gitmişti. Ona soramamıştım telefonda olanları. Biraz erteleme fikri daha iyi gelmişti bana. Tekrar kapı çalınca annem girmişti içeri.
''Kızım iyi misin?'' sesi titriyordu. Her an ağlayacakmış gibi bir ifadesi vardı. Onun üzülmesi benim için dayanılmaz bir acıyken karşımda böyle durması beni olumsuz etkiliyordu.
''Evet annecim iyiyim.'' yüzüme iğreti bir gülümseme yerleştirdim zorla da olsa. Annem tekrar sarılıp onlarca kez öptü saçlarımı.
''Olanları anlatmak ister misin?'' aslında bu bir teklif değilde içten içe emir gibiydi. Hayır. Ses tonu değildi bana böyle düşündüren. Yüzündeki ifadeydi. Ağlamaklı gözleri bütün olan biteni anlatmamı istiyordu. En doğal hakkı değil miydi zaten? Bembeyaz teninde tekrar gözyaşları belirmişti. Ama ben anlatmak istemiyordum. Yalan söylemem şart olmuştu.
''Tamam. İstediğin zaman zaten anlatırsın. Bu zaman bir gün, bir hafta hatta bir yıl bile olabilir belki. Sen kendini ne zaman hazır hissedersen.'' deyip ayağa kalktı. Son kez öpüp odamdan yavaşça çıkmıştı. Sonra bende yeni bir kitaba başlayıp kafamı dağıtmaya çalışmıştım. Ama ne çare? Okuduğum kelimelerin harfleri sanki yer değiştirip bana bütün olanları kağıda döküyordu. En son olarak kendimle baş başa kalmayı seçtim.
Üzerimdeki kıyafetlerimi çıkarmadan girdim suyun altına. Soğuk su belki iyi gelebilirdi. Olduğum yere çöküp kendime gelmeye çalıştım. Soğuk suyun saçlarımdan aşağı süzülmesini sevmiştim. Siyahlar içindeki Emily, kendi karanlık dünyasında baş başa kalmıştı yine... Bundan sonra ne olacağı belli değildi belkide. Saçma bir oyundu bu. Çekilme hakkımız yok muydu? 'Korkak' Korkak değilim. Sadece... Ya bu oyunu kaybedersem?