Koşarken sandalyenin devrilmesini veya köşede çarptığım vazonun kırılmasını umursamadan kapıyı açtım ve koşarak arka bahçeye çıktım. Yemek masasını gören camın önünde bir süre etrafa baktıktan sonra çitlere doğru koşup görebildiğim kadarıyla etrafa bakmaya başlamıştım. Gözyaşlarım olduğundan daha bulanık görmemi sağlıyordu ve esen rüzgar gözlerimi acıtıyordu. Ellerimi gözlerime bastırıp arkamı döndüm ve bahçeden çıkarak yola doğru koştum. Ardı arkası kesilmeyen yaşlar sanki vücudumdan sökülürcesine canımı yakarak süzülüyordu. Hafif yokuş olan yol boyunca ne bir insan vardı ne de araba. Saçımdan kayan tokayı biraz daha sıkılaştırıp sakin olmaya çalıştım. Birden duyduğum araba sesi irkilmeme neden olurken nereden geldiğini çözmeye çalıştım. Arabanın egzoz sesi bütün sokakta yankılanırken sesin geldiği tarafa döndüm. Yokuşun başında gördüğüm simsiyah araba bütün mükemmeliğiyle karşımda duruyordu. Uzaktı biraz ama o kadar tanıdıktı ki...
Siyah Wrangler Rubicon farlarını yaktığı anda sokak aydınlandı ve aşırı ışık gözlerimi acıttığı için bir anlığına elim gözlerime gitti. Şu an filmlerde veya güzel bir yerde olsaydı kesinlikle hayran olacağım bir görüntüydü ama şuan sadece kalbimi ve nefesimi sıkıştırıyordu. Okuldan geç geliyordum ve bir saatte yemek için beklemiştik. Ondan yarım saat sonra bu olayın gerçekleştiğini öylesine hesaplayıp havanın kararmasına bir anlam vermeye çalıştım. Tabi biraz da yağmur bulutlarının da etkisiyle iyiden iyiye kararan hava ve yokuşun başındaki Rubicon bu anı tamamen efsaneleştiriyordu sanki. Arabadan güçlü bir ses çıkınca bir adım geriledim kendime engel olamayarak. Aynı ses tekrarlanırken vücudum da iyiden iyiye titremeye başlamıştı.
Sadece yarım dakika, yarım dakika sonra araba hızla yokuşu inerken kalbimde hissettiğim
Sancı sanki bütün vücuduma işlemiş gibi hareket etmemi olanaksız kılmıştı. Araba git gide yaklaşırken tek hissettiğim yanaklarımdan süzülen yaşların sıcaklığı oldu. Gözlerimi acıtan ışık şimdi iki ya da üç metre kadar uzağımdayken bir anda üzerime atlayan kişiyle tek görüş açım birisinin boyun girintisi oldu. Araba içime dehşet düşüren bir his bırakarak hızla uzaklaşıp gitmişti. Üzerimde oldukça ağır birisi varken nefes almam bir hayli zor oluyordu. İki kolu da başımın altındaydı ve zorlanarak ikisini de çekip geri çekildiğinde yaşadığım korku iki katına çıkmıştı. Şuan nefes alamamamın tek nedeni keşke onun mavi gözleri değil de üzerimdeki ağırlığı olsaydı. Hiçbir şey söylemeden kalktı ayağa ve kafasından çıkan kapüşonun şapkasını tekrar taktı. Üzerindeki siyah kıyafetler kendini saklamak için olsa da masmavi gözleri ve beyaz teni tamamen aksini istercesine kendini belli ediyordu. Gözlerimden yaşlar durmaksızın akarken gözlerim kararmaya ve bulanıklaşmaya başladı. Buna rağmen ayağa kalkmaya çalışınca dengemi sağlayamadım ama düşmedim de. Tek eliyle belimden tutarken tekrar kaldırıma oturtturdu ve bu hareket gözlerini daha yakından görmemi sağlamıştı.
''Ne istiyorsunuz benden?'' öyle zor çıkmıştı ki kelimeler ağzımdan onun anladığından bile şüpheliydim. Hala o kadar yakınımdayken bir süre daha baktım gözlerine. Aramızda ki mesafeyi kapatmayıp uzunca bir süre öyle durduk ama ne bir cevap vermişti ve de hareket etmişti. Yüzündeki ifade değişmezken kollarını çekip uzaklaştı. Sokak lambaları ve evdeki ışıklar sönünce temkinli davranışlarını bir kenara bırakıp tam karşımda dikilmeye devam etti. Şuan etrafa o kadar uyumluydu ki... Zaten bulanık gözlerim onu arka planla bütünleştirmişti. Gözlerindeki ifadeyi çözmeye çalışmayı iki dakika önce bırakmıştım ve sadece onu izliyordum. Karşımda duran kimdi? Bana mesaj atan kişi mi yoksa onun yanındaki başka bir adam mı? Eğer asıl kişi bu olsaydı şuan ölmüş olmam gerekmez miydi? Karşımda hareketsiz dururken annemlerin sesini duydum. Beni arıyorlardı sanırım. Bahçe kapısı büyük bir gürültüyle açılır açılmaz annemin sesi bütün sokağı inletti.