Her şey çok hızlı gelişmişti.
Ginny kapıdan çıktığı anda bir şeylerin döndüğünü anlamıştı çünkü alt kattan sesler geliyor, o kattaki herkes de aşağıya iniyordu. Göze batmamak için kendisi de aşağıya indi ve en arkalarda yerini aldı.
"Gözcü burada maskesiz dolaşanlar gördüğünü söylüyor. Doğru mu duydum?"
Ortada duran bir adamın konuşmasıyla herkes suskunluğa bürünmüştü.
"Aşağıda efendimiz çok büyük işler peşinde. Bizi özgürlüğümüze kavuşturacak! Ama siz onun verdiği iki kuraldan birini uygulamakta zorlanıyorsanız, bu şerefe ne kadar layık olabilirsiniz ki?"
"Ama Bay-"
"Gizlilik, bizim en önemli görevimiz. Gizlenmek zorundayız çünkü buna mecbur bırakıldık. Ben de yüzüme güneşin vurmasını, eskiden giydiğim pahalı cüppelerle dolaşmayı özledim fakat bir söz verdik. Buraya adım attığımız an, buraya uyacağımıza söz verdik. Peki, soruyorum size, burada sözünü tutmayan biri o büyük gün geldiğinde emanetimize layık olacak mı?"
Ortadaki konuşanın lafı ayak sesleriyle kesilmişti. Herkes merakla o yöne bakarken aptal arkadaşlarının geldiğini görebiliyordu.
"En azından denedik." diye mırıldandı ve daha kalabalık şaşırmaya başlayamadan büyülerini savurmaya başladı.
O sırada Draco Malfoy da Patronus'unun götürdüğü yere gidiyordu. Kilisenin daha aşağısında gibiydi, tam da tahmin ettiği gibi. Yeterince derine ulaşınca Hermione'yi de taşı da bulacaktı.
Çantasına daha sıkı sarınıp adımlarını hızlandırdı. Kızı çok seviyordu. Neden ve nasıl olmuştı hiçbir fikri yoktu. Sanki hayatını anlatan cümleye bir virgül gerekiyordu ve kız bunu sağlamıştı.
Bazen kendi içinde çelişkiler yaşamıyor değildi. Bundan önceki seneler ondan yeterince nefret etmemiş miydi o zaman? Ya da cool olmaya mı çalışıyordu? Üstüne düşündükçe bunun da cevabı zor olmamıştı aslında. Gördüğü buydu. En iyisi olduğunu düşünerek yetiştirilmişti ve Hermione Granger ile tanışana kadar en iyisiydi de. Belki de garezi en başından beri Potter'a değildi, o babasının davasıydı. Belki de asıl istediği Granger'ı yenmekti ama bir kız ile kavga etmek istemediği için babasının davasını avuçlarına almıştı.
Sonuç ne olursa olsun, değiştiği kişiyi seviyordu. Dünyanın en mutlu insanı mıydı? Hayır. Babasını ve annesini her gün özlüyordu. Ama olabilecek en mutlu halinde miydi? Kesinlikle evet. Hermione ona hayatın başka yönlerini gösteriyordu ve Draco her bir yönü içinde Hermione olduğu için seviyordu. Hayat güzeldi, çünkü Hermione o hayatın içindeydi. Onunlaydı. Daha ötesi var mıydı ki? Yanında olmayan onca insanın üstüne bir insanın onun yanında sağlam adımlarla durması kadar önemli başka ne olabilirdi?
Kendi düşünceleri içini ısıtsa da durumun vahim olduğu ortadaydı. Belki de Hermione şu an alevler içinde yanıyor gibi hissediyordu, belki de saatlerdir kemikleri kırılıyordu. Ona yetişmesi, onu kurtarması gerektiğini iliklerine kadar hissediyordu çünkü kabul etmesi zor olsa da, birbirlerinin kaderiydiler. Birbirlerinin kurtuluşlarıydılar ve farklı durumlarda yapılan ama artık aynı anlamı taşıyan 'yara izleri' bunun bir göstergesiydi.
Kuytu köşelerden ilerlerken etrafta insan olmamasına şaşırmıştı. Bunun sebebinin hepsinin yukarıda olmasına bağlıyordu ve haklıydı da.
Ginny Weasley'nin büyücülüğünün hat safhalarını yaşadığı apaçık belliydi çünkü sevgilisi bile ondan uzak yerde savaşıyordu. Onun asasından adeta ışık hızıyla çıkan bir büyüye denk gelmek istemezdi. Sürekli büyülerle karşısındakini savuruyor ve kendisiyle arkadaşları için sürekli koruyucu tılsımlar üretiyordu. Yanındaki erkek kardeşi büyü ve fiziksel teması karıştırarak büyücüleri alt etmeye çalışıyordu ve şimdilik iyi de gidiyordu.
Luna Lovegood ise savaşıyordu savaşmasına ama, aklına başka bir şey takılmıştı. Büyücüler onlarla savaşmaya çok istekli değildi gibi. Hatta bir yarısı savaşırken diğer yarısı neredeyse yürüyerek geniş alandan çıkıp alta iniyorlardı. Luna Lovegood da maskesini ve cüppesini çıkartmadan onları takip etmeye karar verdi. Bu sırada Ginny onu görüp de Kara Büyücü sanmasın diye dua ediyordu.
Aklında bir plan vardı, plandan çok bir düşünceydi. Her zaman pozitif biri olarak görünse de akıllıydı da ve bu savaşın tek başlarına onların lehine dönmesi zor gibi duruyordu. Hele de Draco ve Hermione'nin akıbeti belli değilken.
Aynı diğer Kara Büyücüler gibi o da sakince merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Hiç acele etmiyor, soğuk kanlılığını koruyordu. Bu onun için pek de zor sayılmazdı, ne de olsa her zaman duygularını hareketlerinde belli etmeyi sevmezdi. Ama yine de kulaklarını tamamen açmış, herkesi dinliyordu.
McGonagall'ın burada olduğundan, ve buradakilerin onun buradaki varlığından rahatsız olduğundan emindi. Şimdi de Hogwarts'lı çocukların buraya gelme sebebinin Hermione değil de McGonagall olduğunu sandıklarını düşünüyordu.
Ek olarak, hiç yanılmıyordu da.
"Hey sen." dedi şansına biri onu durdurup "Hızlan. Minerva'nın zindanında bir sürü adama ihtiyaç var. Onu buradan götüreceğiz."
Luna sadece ilerlemeye devam edince adam homurdanarak onun yanına geldi.
"Aptal kafam. Yukarıdaki zibidiler akıl mı bıraktı? Zindan kısmına gir, soldan devam et. Beyfendinin kimseler bilmesin kuralını nasıl unuttum? Hadi, ikile!"
Luna bu şansı hiç de geri tepmek istemiyordu, o yüzden olabildiğince hızla McGonagall'ın zindanına doğru koşmaya başlamıştı.
Zindana geldiğinde orada en az 7-8 büyücü vardı. Yukarıda bile 10-15 kişi varken sadece McGonagall'ı zapt etmek için o kadar kişi olması enteresandı.
Luna'nın bir karar vermesi gerekiyordu. Gizlice işleri halletmeye çalışabilirdi fakat asla arkadaşlarına zamanında yetişemezdi. Bu yüzeen maskesini çıkarttı ve büyücülere bağırdı.
"Müdüremizi rahat bırakın!"
Hepsini sırayla sersemletse de, yeniden ayağa kalkıyorlardı. Aynı anda hem McGonagall'ı bağlandığı yerden kurtarıp, bir de onlarla baş edemiyordu.
Aynı anda Draco da Hermione'ye yaklaşmıştı ki, Patronus'u bir kapının önünde durdu. Burada kimse yoktu. Demek ki içerideki kişi kendisine epeyce güveniyordu. Arkasındaki koridordaki topuk seslerine aldanmadan kapıyı sertçe açtı ve asasını karşıya doğrulttu.
Bu topuk sesleri Luna'nın savaş verdiği, hatta yenik düştüğü ve ölmesine ramak kaldığı zindana ulaştı. Gördüğü yüzle dili tutulmuş bir şekilde önce kadına, sonra da asasına baktı.
Kadın, onu tutan adama Crucio uyguladığı anda ayağa kalktı ve şaşkınlığını gizleyemeden McGonagall'a doğru koştu.
Draco da benzer bir şaşkınlık içerisindeydi. İçeride tek bir kişi vardı ve maskesine rağmen onu tanıdığına emindi. Bu adamı biliyordu, maskesini çıkartmasına bile gerek yoktu.
Kara Büyücü de bunun farkındaydı ki o zevki tatmak için maskesini yavaşça çıkarttı ve oğluna sırıttı. Draco'nun karşısındaki yüz babası Lucius Malfoy'du.
Luna ve McGonagall'ı kurtaran cadı ise Narcissa Malfoy'dan başkası değildi.
"Yok artık." dedi iki genç de aynı anda. Birisi bu savaşı kazandıkları için bunu söylerken, diğeri ise daha başlamadan kaybettiklerini iliklerine kadar hissediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Wounds // Dramione
Fanfiction"Eğer ölürsem" dedim ağlamamak için dudaklarımı ısırıp "Gitmelisin." "Ölümün bizi ayırabileceğini düşünmen ne kadar da tatlı." Bir Dramione öyküsü. Dramione etiketinde #1 @05.02.2023 hp etiketinde #1 @28.02.2023