Bölüm 30

23 5 0
                                    

Bütün konuşma boyunca sakindim ancak son cümlesinin son kelimelerinden ne çıkarmam gerektiğini bilmiyordum. Elbette, yeryüzünde ne halt yediğime karışmamıştı ama sözcüklerinin ağırlığının farkında değildi. İhanetle suçlanıyordum.

"Belirtilerin tespit ettiğin kişileri sorgulasaydın önce. Onların birkaç gün önce yeryüzünde olduğun bilgisine ulaşırdın," dedim ciddi bir tavırla.

"Problem onların bunu yeryüzünden alması değil, Dünya," dedi. Yine aynı ses tonu. "Yeraltı'ndan olan birisi Yeraltı'ndan olan bir diğerine zarar verirse yargılanır."

Yıllar önce konmuş ve saklanmaya yemin edilmiş kurallardan birisiydi. Kurallar birine zarar verdiğinizde neden ve nasıl olmuş sorusuna bakmayıp sadece sonunda zarar gören kişi açısından bakıyordu.

"O zaman şu övündüğün Yeraltı insanlarının yeryüzündeki boktan yerlere gitmesini engellemenin bir yolunu bul," diyerek çıkıştım. Sesim istediğimden fazla yükselmişti ve bu şekilde kendimi savunuyor gibi değil de haksızlığımı örtmeye çalışıyormuş gibi görünüyordum.

"Ne olursa olsun senin annen olduğumu unutma, Dünya," diyerek beni ayıplayan bakışlarla süzdü. Ne anne ama?! Ona göre bizi gerçekten çocukları olarak görüyordu ve birbirimizi de kardeş olarak görmemizi istiyordu. Bir aile? Komikti. On kadar çocuğu evlat edinip kendi kendine evcilik oynamıştı yıllardır. Ona büyük bir saygı duyuyordum ve borçluydum. Ama borcu kapatalı çok oluyordu. Saygımı ise yitirmek üzereydi.

Kendimi sakinleştirdim ve ifadesizliğimi geri kazandım. "Yeraltı insanları, hani senin halkın, yeryüzündekilerden bir farkı yok. Onlar da en az yeryüzündekiler kadar pisler. İnsanları alıp satıyorlar ve eğer Yeraltı'ndaki biri böyle bir mekânda bulunduysa bunun suçlusu ben olamam," derken cümlelerim alaycı olarak başlamış ve sakince son bulmuştu.

Juan sonunda kendini tutamamış olacak ki söze karıştı.

"Hepimiz aynıyız, Dünya. Ona buna laf ederek kendini aklayamazsın. Sen de insanları satın alıyorsun. Diğerlerinin ve bizim aksimize sen, onların canları karşılığında para alıyorsun," dedi. O en son görüştüğümüzden beri değişmemişti. Bana karşı bilenmiş olduğunu belli eden keskin bakışlar. Nefret dolu suçlayıcı sözler. Bunun Hera'nın buradaki vârisin ben olduğumu söylemesi ile alakalı olduğuna emindim, sürekli buna karşı imaları vardı.

"Kendimi aklamıyorum. İnsanların canını almak zevk veriyor hele de karşıdakinin ne kadar pislik olduğunu bilirsen," dedim imalı bir tavırla. Bu cümleyi, vurguladığım "pislik" kelimesini istediği gibi anlayabilirdi. Onları açıklama yapmak zorunda oluşumdan nefret ediyordum. "Aklanmaya ihtiyacım yok çünkü vicdan azabı duymuyorum."

"Bizden masum değilsin," dedi kesin bir tavırla. "Yeryüzündekilerin ölüm fermanını nasıl kendin veriyorsun?" Kaşlarını kaldırmış cevaplamamı bekler gibi bir hali vardı ama bir cevabını beklemeden devam etti. "Bir zehir alıyorsun. Nadir ve pahalı bir zehir. Bu olaydan iki üç ay sonra bir anda yeryüzündekiler salgın bir hastalık varmışçasına aynı belirtileri göstermeye başlıyor. Sonra Yeraltı'ndan birkaç kişi daha." Duraksadı. Kendini ve Hera'yı nasıl ele verdiğinin farkında değildi. Hera'nın uyarı dolu bakışlarıyla gözleri kesişmiyordu. "Bir bakıyoruz ki belirtiler zehrin belirtileri ile birebir örtüşüyor," dedi. Sonra durdu ve düşünür gibi yaptı. "Buna ne deniyordu? Hah, toplu katliam. Yapmak istediğin şey bu."

Onu sonuna kadar baygın bakışlar dinledikten sonra direkt olarak Hera'ya döndüm. "Kalbim kırıldı, Heracığım," derken ses tonumu inceltmiş başımı da yana eğmiştim. "Neden böyle yapıyorsun, Heracığım? Yıllar önce verilmiş sözlerden ne zaman dönmeye karar verdik?"

KANATLARIN RUHUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin