eyvah eyvah.
eyvah, ki ne eyvah.
kıyamet. dünyanın sonu. hayatının da en, en berbat günü. yoongi artık ne derse girerdi, ne okulda kalırdı, gider yatağına yatar, günlerce de çıkmazdı. böyle bir üzgünlük çok gelecekti ya bedenine, bir şekilde atlatacaktı artık. omuzları düştü, dudaklarını büzdü, elindeki bir parça plastiğe baka baka, iç çekti.
" ne oldu? " dedi yanındaki oğlan. mingyu.
basketbol takım kaptanı.
ulan, bak eğer şöyle bir dönse, hayatındaki bütün erkekleri tek tek gözünün önünden geçirse, derdi ki, en büyük golü kesinlikle buydu. ne yakışıklı bir oğlandı, ne fenaydı, ne uzun, o omuzlar pek geniş, yoongi bayılıverse, tek koluyla kaldırır onu, tepede de bir tur attırır, o basketbol toplarına yaptığı gibi. yoongi ilk maçına gitmişti bunun, mingyu bir sürü basket atmıştı, her birinde de ona bakıp sırıtmıştı, yoongi de utanır gibi yapmıştı da, pek utandığından değil. herkes ona bakıp kıskançlığından yarılmıştı, karpuz gibi.
şimdi de lavaboya yaslanmış, telefonuna bakıyordu, bir yandan da yoongi'yi dinliyordu. yoongi elindeki plastik parçasını gösterdi kaptana.
" en sevdiğim dudak parlatıcım bitmiş. "
" derde bak güzelim, alırız yenisinden. "
" alır mısın cidden? "
" alırım. ver bakayım. "
yoongi elindekini çocuğa verirken dudaklarını büzmüştü de, içinden bir üçlük de o attı diye pek seviniveriyordu, yerinden sıçrıyordu resmen, ama elinden geleni yapmıştı çaktırmamak için. salak erkekler böyleydi işte, yolunması gerekti. yolunacaklardı da. önce bir dudak parlatıcı, sonra bir krem, sonra da kalpleri ve bütün ilgileri. yoongi hepsini söke söke alacaktı, hepsinden, ta ki hiçbir şeyleri kalmayana, her şeyleri yoongi olana kadar.
koridora çıktığı an omuzları bir gerilmiş, başı biraz geride. herkes onu izliyor sanki. herkes ona hayran. yoongi süzüldü, biraz etrafı inceledi, baktı da baktı, iyice keyiflendi. ne güzeldi ya, hayat. birisi her köşeden dik dik onu izlemeden, saçma sapan zamanlarda iltifat etmeden, onu utandırmadan hayat çok güzeldi. tabii, ne zamana, ne kadar. bir saat sonra, kıvırcık beyle bir ingilizce dersi vardı, devamında da onun evine gidecekti, kendi isteğiyle, kendi ayaklarıyla. ama permalı da gururlu adamdı, belli. diğerleri gibi gururunu iki kuruş etmemiş, yoongi'nin hoseok'tan hoşlandığını bile bile ona kuyruk olmamıştı. yoongi de bir tık saygı duyuyordu ya ona, herkesin böyle omurgası olmazdı.
ama bir tık özlerdi, ya. bir tık, gerçekten çekici ve lafını bilen birinin ilgi odağı olmayı özlerdi, permalı da öyle biriydi tam, yokluğu hissedilirdi. varlığından iyiydi, neyse ki. yoongi pek de pişman değildi.
ingilizce dersine geldiğine bile, beti benzi bir atıktı kıvırcık oğlanın.
ders esnasında da pek konuşmadı. yoongi'nin her dediğini yapmış, kitapları okumuş, ama sesi çıkmıyor, sadece öyle tekrar ediyor, robot gibi. yoongi kızacaktı da, tarihçi'ye dönüşmekten korktu, o da sesini çıkarmadı. öylesine dersi işledi gitti, permalı'nın kafasının çok, bambaşka yerlerde olduğunu bilerek. onu getirmek zordu. yoongi kendini de getirmedi zaten.
dersten sonra beraber, yan yana yürürlerken bile permalı sesini çıkarmadı.
yoongi onu anlayamıyordu ya, bu şeytanı da okumak çok zordu. kesin çok gizli, çok derin planlar vardı aklında, binbir kuyruklu tilkiler. yoongi'yi kendine aşık etmek için bir dizi sinsi işler çeviriyordu, belli. belki de ona ilgisiz davranarak, onu kendisine aşık etmeyi planlıyordu. ya da ertesi gün kızıl'ı ağzı burnu kırılmış halde görürse, pek şaşırmasa gerekti. yoongi arada bir permalı'ya bakıyor, kızgın mı, yoksa üzgün mü anlayamıyor, kafasını yeniden çeviriyordu, kenardaki parka bakıyordu, sağanak yağarken altında bekledikleri parka.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
troublemaker || taegi, vsuga
Fanficokulun haylaz çocuğu min yoongi dünya üzerinde ayartamayacağı hiçbir insanın olmadığını düşünüyordu. gerekirse tatlı dilini, gerekirse görünüşünü, gerekirse yeteneklerini kullanarak birçok insanı kendi peşinde köle edebilirdi. sadece bir göz kırpmay...