yoongi birkaç gün yaşamaya ara verdi.
nasıl, dersiniz de, çok sormayın. yoongi bu, yapar. sabah kalkar, yüzünü yıkamayı unutur, sonra makyaj yapmayı, sonra döner hepsini yeniden yapar. kahvaltıyı unutur ki kahvaltıyı zaten hep unutur. evden çıkar, dümdüz gider, okula varacağı arayı unutur. kızıl ile barıştı artık, olup biteni öğrenince de, yine küsmeleri yakın, belli. kızıl bir şeyler anlatır durur, yoongi dinlemeyi unutur. elinde bir tane elma, minik'in annesi getirmiş, kemirir de kemirir, gözleri duvarda bir yere asılı.
" oğlum sende bir haller var lan. " dedi kızıl, hafifçe kafasını itti şunun, yoongi tepki bile veremedi. ağzındaki elmayı çiğnedi bir kere daha. sanki tur bindirir gibi bir o yanağa, bir de diğerine geçirip duruyordu zaten.
" ne hali olacak ya bende? "
" ben de onu diyorum, dana. " kızıl oturdu da, yemekhane sandalyesi de iğrenç bir ses çıkardı o oturur oturmaz. " kaç günlerdir sesin soluğun yok hiç. namjoon'a da yürümüyormuşsun. "
" namjoon mu dedi? "
" ne? "
" namjoon mu dedi, yoongi bana yürümüyor diye? "
" yok be, ben dedim. namjoon da dedi, tabii. yoongi benimle hiç konuşmuyor dedi. "
" aman. " diye mırıldandı yoongi, elmayı yuttu sonra, geriye yaslandı. kızıl ona baktı, baktı, baktı. sonra başını çevirdi, daha da bir şey demedi. yoongi'de bir haller vardı, sonuçta.
yoongi'de ne yoktu ki.
yoongi'de biraz uzamış saçlar vardı. artık kestirilmesi gerekiyordu bu saçların, gözlerinin önüne düşüyorlardı, kulağının arkasına itip duruyordu. sonra bir de sürekli, sürekli pembe yanaklar vardı. sürekli. artık allık kullanmayı da bırakmıştı. ve patlak bir dudak. kızıl onu çok sıkıştırdı da, yoongi de ne yapsın. taehyung ile dalaştık, o da bana vurdu, dedi. kızıl çok sinirlendi ama, zar zor sakinleştirdi onu da. bizim oğlan da maalesef işte, yalana pek alıştı, ama yapacak bir şey yok. yazık zaten, kendinde de değil bir süredir.
ne zaman gözlerini kapatsa, aklında o an, oynayıp oynayıp duruyordu.
lanet, lan bu. lanetin de ötesi. uyuyordu o an, uyanıyordu o an, gözlerini ovuyordu, kafasına vuruyordu, ama hala, ve hala o an. sanki daha önce kimseyi öpmedi, haspam. bu kaçıncı olmuştu ki, onu bile hatırlamıyordu. hem kimdi ki, bu? sırf iki buklesi, bir de güzel gülümsemesi var diye niye bu kadar aklında yer tutuyordu onun? permalı'yı diğerlerinden daha iyi yapan neydi?
onu herkesten çok, çok, (çok) daha güzel öpmesi mi?
yoongi kendini çimdirdi, kızıl da allah allah, çekerek masadan kalktı.
bir süredir kimseyle konuşmuyordu yoongi. bırak namjoon'u, artık tarihçi'ye laf bile sallamıyordu. ona hayranlıkla bakan ufak sınıfları savuşturuyor, tüm vaktini sınıfında geçiriyordu ki, koridora çıktığı anda onu göreceğini biliyordu çünkü. ve ona bakamıyordu. hassiktir ya, yoongi permalı'nın gözlerine bakamıyordu. bir kere denedi de, sonra gözlerini kaçırdı, ve permalı da öyle bir sırıttı ki... hayvan herif. nasıl hoşuna gidiyordu. nasıl da hoşuna gidiyordu, onun üstünde böyle kontrol sahibi olmak. şeytan. şeytanın alası.
yoongi de alıştı ha, böyle yaşamaya. pek güzeldi böylesi. kimseyle konuşmuyor, muhatap olmuyor, insanlar da ona salçalanmıyor. kendi başına okula gelip gelip, gitti birkaç gün. ama sadece birkaç gün. yoongi daha dayanırdı, daha da hoşuna giderdi, ama permalı dayanamadı onunla konuşmamaya.
üstelik, bu ne özgüvense, tam da yoongi namjoon ile kahve içerken geldi, yanaştı masalarına.
" selam. " dedi. namjoon gülümsedi hemen.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
troublemaker || taegi, vsuga
Fanficokulun haylaz çocuğu min yoongi dünya üzerinde ayartamayacağı hiçbir insanın olmadığını düşünüyordu. gerekirse tatlı dilini, gerekirse görünüşünü, gerekirse yeteneklerini kullanarak birçok insanı kendi peşinde köle edebilirdi. sadece bir göz kırpmay...