²⁸

25 5 2
                                    

.

.

.

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.








Hüzünleniyordu ay. Ellerinde keman yayı Buğulu çiçeklerin dinginliğinde, hülyalı taçların mavisinde kayan ak hıçkırıklara
Gözü yaşlı melekler çekiyorlardı akşamla tellerini inleyen viyolaların, üzgün -Senin ilk öpücüğünle kutsanmış gündü o gün.


(Belirme)













Sevgili günlük;

Aslını istersen pek Sevgili dostum, bugün ayın kaçı olduğunu bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki saat gece yarısını geçti. Şimdi masamı pencerenin önüne çektim. Buradan yalnızca karanlık görünüyor. Gökyüzünde Kutup yıldızı ve onun göz alıcı aydınlığında sönükleşmiş birkaç küçük yıldız dışında görünen başka bir şey yok. Bir de rüzgar var. Bahçedeki bir ağacı hışırdatıp duruyor. Arada kulak kesilince, kulaklarımın sağırlaştığı korkusunu içime dolduran bu sessizliği duyumsuyorum. Sonra aslında sessizliğin düşündüğüm kadar ürkütücü olmadığı düşüncesinin aklıma yerleşmesine seyirci kalıyorum. Ve şöyle düşündüm, bunu tam da bu sessizliği fark ettiğimde düşündüm, sessizlik sadece kelimelere ihtiyacınız olduğunda ürkütücü hale gelir. Başka zaman sessizlik, korkudan farklı birçok şeyi ifade edebilir. Huzuru, dinginliği ya da sözsüz anlaşmayı. Ya da belki yalnızca hiç sesin olmamasını.

Neyse

Bu gece, bu defterin kapağını aralamamın sebebi penceremden görünen gecenin bana düşündürdüğü ya da hissettirdiği şeyler değil. Hayır, günümün nasıl geçtiği de değil.
Ben... Ben sadece çok tuhaf hissediyorum. Öyle ki, anladığın üzere, bunu ifade dahi edemiyorum. Bu hissettiğimin ne olduğunu bilmiyorum. Huzursuzluk mu? Evet, huzursuz hissettiğim doğru. Ama sadece bununla sınırlı olduğunu sanmıyorum. Göğsümde beni rahatsız eden çok başka bir şey var. Ve bu öyle her daim eser miktarda kalıyor değil, günbegün daha geniş bir alana sirayet ediyor. Neredeyse tüm yüreğimi aynı zamanda aklımı tesiri altına alıyor.

Şu, mavi sisin ardında boyun bükmüş Ay'ın yaydığı hastalıklı, uyuşmuş hava bana da bulaşıyor. Hastalanıyorum. Bedenim dipdiri ama yine de hastalanıyorum. Ruhum hastalanıyor, yüreğim hastalanıyor, düşüncem, hülyalarım hastalanıyor.
Ben yaşıyorum fakat gölgem ölüyor. O silindikçe ben de kendimi ölüme rastlarken buluyorum.

Yine dışarı çıktım. Sessizce. Kapıyı, arkamdan çekip karanlık holün üzerine kapatırken saat sekizi çeyrek geçiyordu. Duvarlar bomboştu. Merdivenlerin ışıkları yanmıyordu. El yordamıyla tırabzana tutunarak sokağa çıktım. Birkaç adım atıp hep gittiğim yola saptıysam da biraz duralayıp aksi yöne doğru yürümeye devam ettim. Epey uzaklaştıktan sonra açık alanda, ağaçların da yükseğinde gümüş gibi ışıldayan beyaz lambaların altında yürüyüş yapan insanların arasına karıştım. Sonra da ağaçların ortasında yer alan yapay gölün kuytu bir kıyısına çöküp çimlere oturdum. Tuhaf, soğuk ve sıcağın arasında yumuşak bir ılıklık havada asılı kalmıştı. Hiç esinti, hiç kıpırdama yoktu. Belki yalnızca şu, gözlerimi diktiğim tatlı göl suyu, arada gün yüzüne çıkan kurbağaların minik hareketleriyle azıcık dalgalanıyordu. Ağaçlar ve gölger durmuş, sanki hiç kıpırdamadan aralarında dolaşan bu insanları seyrediyordu. Çimler soğuktu. Birkaç kişi birtakım sözler söyleyerek arkamdan hayalet gibi geldi geçti.

Curl Up & Die Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin